22 Mart 2016 Salı

SAİT FAİK ADASI: BURGAZADA

Bildiğimiz üzere Prens Adaları hafta sonlarını değerlendirmek için İstanbulluların kaçamak noktalarından birisi. Adalar deyince insanın aklına hangi simgeler geliyorsa, faytonundan dingin hayatına, bisikletinden sahil balıkçılarına, hepsi gerçekten adalarda mevcut. Henüz Prens Adalarından yalnızca ikisini gezebildim, bunlardan birisi de yalnızca bir kez gittiğim ve yeniden gidebilmek için havaların güzelleşmesini, finallerin bitmesini dört gözle beklediğim Burgazada, Yunanca adıyla Antigoni.  Burgazada’ya ulaşım aslında epey kolay. Gündelik hayata kıyasla biraz uzun bir vapur yolculuğu ancak, Kabataş, Kadıköy gibi merkez noktalardan kalkan Adalar vapurları sırası ile sizi prens adalarına götürüyor. Vapur yolculuğunu mutlaka dışarıda yapmanızı öneririm, içeride oturanlara kıyasla mükemmel havanın, güneşin tadını çıkararak, martılara simit atarak, denizi olan bir yerde yaşadığınız için kendinizi şanslı hissederek 1 saatlik yolculuğunuzun su gibi akıp gitmesini sağlayabilirsiniz.
Adalardan birini seçtiyseniz ve gecenizi orada geçirmeden dönecekseniz kesinlikle çok erken bir saatte yola koyulmanızı öneririm. Kahvaltınızı bile yapmadan sırt çantanızı, vapurdaki serinliği düşünerek bir adet hırkanızı yanınıza alıp spor ayakkabılarınızı da ayağınıza geçirdiyseniz hazırsınız demektir. Erken kalkmaktan haz etmeyen biri olarak çok rahat söyleyebilirim ki vapurda simitlerinizi yiyip martılara bakarken uykunuz adaya inmeden açılmış olacak. Adaya indiğinizde sizi karşılayacak ilk şey Sait Faik heykeli olacak. Neden mi? Çünkü bu ada, Sait Faik Abasıyanık’ın öykülerinde geçen meşhur ada. 
Heykelin sağından devam ettiğinizde faytonları ve bisiklet kiralayacağınız yerleri görüyorsunuz.
Adalarda motorlu taşıt kullanımı yasak. Faytona binip, şu güzelim atlara eziyet etmektense bisiklete binip spor yapmanızı ve fayton uygulamasına bir şekilde tepkinizi koymanızı isterim açıkçası. Yokuş yukarı çıkarken ne kadar zorlandıklarını görseniz eminim bana hak verirsiniz.
Bisiklet kiralamak için bir dükkanın önünde durduğumda şu manzara ile karşılaştım. Çiçek dolu bir araba. Bahar aylarında görebileceğiniz en güzel manzaralardan birisi.
Ada hakkında önceden araştırma yapmadığım için nereye gideceğim konusunda tereddüt yaşadım ve ara sokaklara rastgele daldım. Zaten küçük bir ada olduğu için rastgele dolaşsanız bile bir yerin önünden 2 3 kez geçme ihtimaliniz yüksek. İlk tavsiyem Burgazada Öğretmenevi’ne uğrayıp bir çay içmeniz. Öyle şeker bir yer ki, oturduğunuz yerden denizi görebiliyor, serinlikte dinlenebiliyorsunuz. Hemen karşısında da şöyle güzel tabelalı bir Çıkmaz Sokak mevcut.
Adanın en önemli simgelerinden birisi Aya Yani Kilisesi. Vapur adaya yaklaşırken farkına varıyorsunuz bu yapının. 1899 yılında yapılmış olmasına rağmen tüm ihtişamı ile adayı tepeden seyrediyor.
Benim en çok ilgimi çeken özelliği kapısının üzerindeki daire şeklindeki cam boyamalardı. Tepesinin de camiyi andırması ilginç. Yeşilin arasında, denize bakan sakin bir kasabada olduğu için şanslı hissediyor olmalı. 
Burgazada’nın sokakları sürprizlerle dolu. O kadar çok fotoğrafa sahibim ki o güne dair (26.06.2015) buraya hangi birisini ekleyeceğimi şaşırdım. Öncelikle bir sürü yazlık ev (en azından ben öyle olduklarını düşündüm) bulundurduğunu söyleyebilirim. Bunlardan beğendiğim 2 tane var.
Bu yapılar bana nedense tatil günlerimi hatırlattı. Renkli çiçeklerle bezenmiş sokaklarda dolaşan, şortlu, parmak arası terlikli ve plaj çantalı insanlar hayal ettim  bu evleri görünce. 
Yazlık gibi görünen evler dışında içinde yaşandığını düşündüğüm evler de gördüm. İlki bu balkonu çiçeklerle dolu beyaz köşk.
Üzerindeki nazar boncuğu iyi ki var yoksa çook nazar değerdi bu eve şimdiye dek. Şaka bir yana bu evi görünce kendimi sıcak bir yaz günü balkonunda limonata içerken hayal ediyorum.  Balkonunda çiçek yetiştiren güzel insanların yaşadığı çiçek gibi bir ev burası. 
İlgimi çeken bir diğer ev de tabi ki çiçeklerle donatılmış şu ev:
En önemli konuya geçmeden önce de öğlenin sıcağında dinlenecek bir gölge bulup uyuyakalmış olan bu tatlı kedileri de Burgazada’da yakaladığımı söyleyeyim.
En önemli konu kuşkusuz bu adayı evi benimsemiş mükemmel yazar Sait Faik Abasıyanık. Hayatının bir bölümünü burada geçiren yazarın buradaki evi, ölümünden sonra annesi tarafından müze haline getirilmiş. Adım adım gezerken, yattığı yatağı, yazı yazdığı odayı, kilise manzaralı balkonu görünce insanın tüyleri ürperiyor. Kesinlikle gezilmesi gereken yaşanmışlık dolu müzelerden birisi. 
Sait Faik Abasıyanık sokağında bulunan müzeye girdiğinizde sizi birkaç eski koltuktan oluşan salon ve duvarlarında ev sahibi Sait Faik’in yazıları, anıları karşılıyor. Karşıda ufak bir yemek masası ve vitrin, küçük bir dolabın üzerinde ise ‘Mahalle Kahvesi’ isimli hikaye kitabı duruyor. Üst katlara çıkınca Sait Faik’in odasını, yatağını, pijamalarını, giydiği terlikleri görüyorsunuz. Yazı yazdığı masası pencerenin önünde panjurların arasından denize bakıyor. Bazı odaların masmavi duvarları o evin bir adada olduğunu anlatıyor sanki bize. Duvarlarda Sait Faik’in hayatı, eserleri, ölümü ile ilgili anekdotlar var. Yazdığı mektupları, ona ait dosyaları da görmek mümkün. En üst katına çıktığınızda ise ziyaretçilerin Sait Faik’e not yazmaları için bırakılmış kağıtlar ve bir adet kalemi pencere önündeki masada bulmak mümkün. O gün ben de oturdum ve hiçbir zaman okuyamayacağını bildiğim bu öykü adamına kısa bir not yazdım. Tüm bunlar beni öyle duygulandırmıştı ki Masumiyet Müzesi’nin son katında yaşadığım darmaduman olma hissini burada da yaşadım. Bir insan doğuyor, büyüyor, hayatında birçok yol çıkıyor karşısına, bir şekilde yaşadığı yer değişiyor, okuyor okuyor, seyahat ediyor, yazıyor, yazıyor, hastalanıyor ve sıralı ölüm değil de anne babasından önce ölüm karşılıyor onu. Ne büyük acı. Ölümünden sonra ise hayatının bir bölümünde içinde yaşadığı, birçok hikayesine konu olan bu adadaki bu ev, bu sokak yaşatıyor adını. Müzeden bedenen çıkmıştım belki ama etkisinden çıkmam zaman aldı. Bir süre boş boş dolaştık sokaklarda ve daha evvel önünden geçtiğimiz yerleri tekrar gördük.
Semaver kitabındaki ‘Meserret Oteli’ öyküsü benim en sevdiğim öykülerden birisidir. Bu yazıyı bitirince bulabilirseniz açıp internetten okumanızı öneririm. Muhtemelen yazımı bitirdiğimde ben de kitabı açıp biraz okurum. Belki de müzeyi ziyaret ettikten sonra okumak daha farklı hissettirir. 
Bütün gün adada gezdik, yorulduk, acıktık derseniz sahildeki balık restoranları iyi bir tercih olacaktır. İskelenin hemen yanında deniz kenarında ufak balıkçılarda çipura ve yanına kocaman rokalı bir salata bütün günün yorgunluğunu alan enfes bir seçim olacaktır. Son olarak Burgazada’nın meşhur dondurmacısı Sinem dondurmanın mutlaka tadına bakın. 

TARİHİ YARIMADA TURU

Tarihi yarımada İstanbul’un belki de en önemli merkezlerinden birisi. İstanbul ilk kurulduğunda, Tarihi Yarımada etrafında büyümüş ve gelişmiş. İlk kurulduğu diyorum, ne kadar eski olduğunu siz düşünün. Burada ilk yerleşim yeri Yunanlar tarafından MÖ 685′te kurulmuş. 
Tarihi yarımada dediğimiz yer aslında tamamen Fatih ilçesinden oluşuyor. Ben bu tarihi yarımada turuna çok sevdiğim okulum ile başlamak istiyorum. Evet, İstanbul Üniversitesi tam olarak Beyazıt’ın göbeğinde, o kapısının müthiş ihtişamı ile bizi karşılıyor. Lale mevsimi geldiğinde ve okuldaki ağaçlar renklendiğinde bahçe daha cıvıl cıvıl oluyor. Çimlerde oturanlar, kitap okuyanlar, voleybol oynayanlar. Benim gözümde okulumun en güzel hallerinden birisi havaların güzel olduğu günler. Bunda fakülte ile güzel havalarda tanışmamın etkisi olduğunu düşünüyorum. Kapının bahçeden görünümü ise bu şekilde;
image
İstanbul Üniversitesi aynı zamanda Türkiye’nin ilk üniversitesi. Önceden Gözyaşı Sarayı olarak anılan, gözden düşenlerin gönderildiği saray ise tam olarak rektörlük binasının bulunduğu noktadaymış. Bu gereksiz bilgiyi de eklediken sonra okulun bahçesinde benim en çok sevdiğim iki güzellikle tanıştıracağım sizi. İlki tabi ki de gözlem evi olarak kurulmuş Beyazıt Kulesi. Eskiden ışıkları ile hava durumunun habercisiymiş. Her gün önünden bi şekilde geçiyorum ve her defasında hiç çıkamamış olmasının hüznünü yaşıyorum içimde. Umarım mezun olmadan bir gün çıkarım tepesine. Zira manzarasının Galata Kulesi’nden iyi olduğunu söyleyenler var. Ben bunun kesinlikle Galata’yı görmesinden dolayı olduğunu düşünüyorum. Galata’nın tepesindeyken İstanbul’u en güzelini yani kendisini görememek haksızlık. 
image
Okul bahçesinde  en beğendiğim ikinci şey ise Profesörler Evi. İçine bir kez bile girmedim ama dışarıdan kesinlikle çok gizemli görünüyor. Hele  ki mevsimlerden sonbahar ise ve sarı yapraklar düşmüşse.
image
Okulun Süleymaniye Camisi’ne açılan bir kapısı var. Oradan Süleymaniye’ye geçip aşağı doğru yürüyerek Kapalıçarşı’ya geçebilirsiniz. Süleymaniye hakkında Mimar Sinan’ın en güzel yapılarından biri olduğu ve yüzlerce deprem geçirmesine rağmen tek bir çatlak bile bulundurmadığını söylemem yeterli olacaktır diye düşünüyorum.  Ayrıca Süleymaniye’nin bahçesine çıktığınızda harika bir İstanbul manzarası sizi karşılıyor. Süleymaniye’de çektiğim ve sevdiğim bir fotoğrafı ekleyeyim.
image
Oradan yürüyerek Kapalıçarşı’ya çıkabilirsiniz. Kapalıçarşı ile ilgili belki de daha önce duymadığınız bir bilgiye burada yer versem iyi olacak. Kapalıçarşı dünyanın en büyük ve en eski çarşısı imiş. İçinde 4000e yakın dükkan bulundurması da bunu destekler nitelikte. Günün en yoğun saatlerinde içerisinde yarım milyon insanın bulunduğu bile söyleniyor. İnanılmaz gerçekten. Turistlerin gözdesi olduğunu söylemeye gerek yok elbette. Kapalıçarşı’yı gezerken içinde kaybolmamak işten bile değil. 11 tane ana kapısı bulunuyor. Ayrıca yanlış bakmadıysam 29 tane han bulunduruyor içinde. Bu hanlardan biri var ki çok sevdiğim, Kapalıçarşı’ya yolunuz düşerse görmek için girin derim: Zincirli Han.
image
Herkes bir koşturmaca halinde, oradan oraya gidiyor. Hem tarihin tam göbeğindeler, hem de her insanın yaptığı gibi ekmeklerinin peşinde. Ne kadar nostaljik bir yerde çalıştıklarının ve şanslarının farkındalardır umarım Kapalıçarşı esnafları.  Kapalıçarşı’nın Beyazıt girişinden dümdüz yürüyerek Nuruosmaniye kapısından çıkarsanız Nuruosmaniye Cami’si hemen karşınızda olacaktır. Okuluma yakın olmasından dolayı Kapalıçarşı’nın içinden geçerek Cağaloğlu’na ara sıra giderim. Orada değişik halı dükkanları, Starbucks, Kahve Dünyası gibi ünlü kahveciler ve birçok bankanın atmsini bulmak mümkün. Cağaoğlu’nda en sevdiğim bina ise lisenin hemen orada tramvay caddesine çıkarkenki bu binadır:
image
Sanırım panjurları epey seviyorum. Oradan yürüyerek 2 3 dakika  Sultanahmet’e doğru tramvay yolunu takip ederseniz meşhuuur tatlıcı Çiğdem Pastanesi’ni görecesiniz. Giderseniz size önerim tabi ki çilekli turta olacaktır. Başka bir yerde daha güzelini yemediğim kremasını pişirmeden yapıyorlarmış.Muzlu tinton ve meyveli pastası da çok güzel fakat böğürtlenli çikolatalı pasta bana biraz ağır gelmişti. Söylemeden edemeyeceğim, çilekli turta yiyecekseniz çilek mevsimi olmasına gayret gösterin, yoksa çileklerin pek tadı olmuyor. Çiğdem Pastanesi’nden çıkınca tabi ki istikamet karşılıklı 2 heybet: Ayasofya ve Sultanahmet. Sultanahmet’i süliet olarak çektiğim bu fotoğrafı (nedense) epey severim.
image
Bilinenin aksine Sultanahmet Camii Mimar Sinan’ın eseri değildir. I. Ahmet döneminde  Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa ’ya yaptrılmıştır. Söylentilere göre ise, Ayasofya’nın heybetini kapatabilmek için onun heybeti ile yarışması amacıyla yaptırılmış Sultanahmet. Ne kadar başarılı olduğu elbette ki tartışmaya açık. Hemen karşısında o büyülü Bizans güzelliği bulunuyor.
image
Ayasofya’nın bir diğer adı ile ‘Hagia Sophia’nın anlamı ‘kutsal bilgelik’. MS 500lü yıllarda, patrik katedrali olarak inşa edilmiş, İstanbul’un fethinden sonra da Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş. Benim en çok ilgimi çeken şey Ayasofya ve Sultahmet’ten ezanın sıra ile okuması. Böylece birbilerini tamamlıyorlar sanırım. Ayasofya ile ilgili ilginç bir bilgi de  aynı yere inşa edilen üçüncü kilise  olması. İlk iki kilise isyanlar sonucu yıkılmış, bu nedenle de üçüncü Ayasofya olarak biliniyormuş. Ayasofya ve Sultanahmet gezinizi tamamlayınca muhtemelen istikametiniz Yerebatan Sarnıcı olacak. Yerebatan hakkında pek bir bilgim yok fakar bulunduğu Yerebatan Caddesi üzerinde mükemmel yapılar var. Küçük bir fotoğraf ekleyeyim ve siz bu fotoğraftan nasıl bir caddeden bahsettiğimi anlayın.
image
Rengarenk, capcanlı bir cadde burası. Turistik bir merkez olduğu için otellerle dolu aynı zamanda.  Caddenin başında bulunan emniyet binası da üflesen yıkılacakmış gibi duran eski ve soluk sarı renkli bir bina. Eminim ilginizi çeker.
Oradan yürüyerek Sirkeci ve Eminönü’ne geçebilirsiniz. Yol üzerinde Gülhane Parkı var. Mutlaka uğrayın ve havasını bir soluyun. Özellikle de lale mevsiminde. Rengarenk laleler, her yanı öyle güzel sarıyor ki saatlerce çıkamıyorsunuz parktan.
image
Henüz detaylıca gzme fırsatım olmadı ama en kısa zamanda Arkeoloji Müğzesi ve Topkapı Sarayı ile ilgili izlenmilerimi de aktaracağım.
Eminönü’nde göreceğiniz 2 şey  var. Birisi Mısır Çarşısı, diğeri ise Yeni Cami. Zaten birbirlerine çok yakınlar. Yeni Camii de epey ihtişamlı, muazzam bir cami. Camiler mimari açıdan bana hep çok farklı gelmiştir. Duyduğuma göre inşası en zor şeylerden birisi imiş cami kubbesi. 
image
Yeni Cami’yi Mısır Çarşısı’nın çiçekçilere çıkan kapısından bu şekilde görebilirsiniz. Mısır Çarşısı için Kaplıçarşı’nın küçük versiyonu olduğunu söyleyebilirim sanırım. Lokumculardan çeşit çeşit lokum alıp tatmanızı tavsiye ederim. Lokum pek sevmem ama bunlar gerçekten sevdirebilir.
Eminönü’nde tarihi yarımada turunu bitiriyoruz. Bir gününüzü ayırarak bu güzel tarihi adım adım gezebilirsiniz.