28 Ağustos 2016 Pazar

Kendini T. Sanan Adam


Saatte bir kez geçen hantal otobüsüm için, telaşım fark edilmesin diye ağır ama büyük adımlarla yürüyorum. Hafif bir yağmur atıştırıyor. Aklımdan tüm günün yorgunluğunu atabilmek için bir an evvel evime ulaşmak fikri geçmesi gerekirken, iki kişi arasında kalması gerektiğine inanmama rağmen birkaç gün evvel okuduğum için suçluluk duyduğum, incecik bir el yazısı ile yazılmış mektuplar ve çevirileri geçiyor. Çevirileri geçiyor çünkü yüzyıl sonra dahi bu denli etkilenebiliyorken, o mektupların bana hitaben yazılmış oldukları fikriyle içim ısınıyor ve üşümüş ellerimle boynumu kapatsın diye yakasını tuttuğum ceketimi bırakıveriyorum. Otobüse bindiğimde sanki K.’de değil de A.'dayım ve V. bana bir şeyler anlatıyor. A'dan yakınmaması gerektiğini söylüyor.
Sahi, içimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor olsaydı V., inan bana, otobüste oturan yaşlı teyze de, pencere önünde dışarıyı seyreden o genç adam da tuhaf ve yargılayıcı bakışları ile beni çoktan rahatsız etmişlerdi. Neyse ki o boş, anlamsız bakışları ve etraflarına olan fazla gereksiz ilgileri dolayısıyla bana fırsat gelmiyor. Üşüyorum, dışarıdaki insanları, çiseleyen yağmurdan kaçan kalabalığı, hızla geçen arabaları, çikolata fabrikasının eskimiş binasını, önceden her günümü geçirdiğim o caddeyi izliyorum. İnsanlara, içinde yaşadığım bu topluma ne zaman bu kadar yabancılaştım? Hiçbir şey hissetmiyorum. Bazen hissetmemek gerekiyor. Ciddi dertlere karşın neşeli kalmamız gerekirmiş, öyle mi? Sen böyle söylüyorsun çünkü. Her şeye karşı gerçekçi, enerjik, ayrıntılı bir tavır almamız gerekecekmiş; kuşkuya, düşlere ya da kararsızlığa kapılmayacakmışız. Neden peki? Ben ciddi dertlere karşın enerjik ve neşeli olamıyorum V. Üstelik kuşkulu, hayalperest ve kararsızım. Daha da kötüsü, aksini söyleyip durmana rağmen sen de benim gibilerdensin ve bizim gibilerin hiçbir işi rahat yürümez, biliyorsun. 
Otobüsten inmem gerektiğini geç fark ediyorum ve eve birkaç durak yürümem gerekiyor. Zihnim bu denli dolu olmasaydı epey sinirlenirdim ama o an dünyanın en normal durumuymuşçasına erdemle karşılıyorum bunu. Alıştım. Gözlerim batıyor, eve gidip kendime bir kahve yapacağımı, ardından çiçeklerimi sulayıp bedenimi bir yığın gibi koltuğa bırakacağımı düşünüyorum. Muhtemelen orada uyuyakalacağım ve gecenin yarısı üşüdüğüm için uyanacağım öyle değil mi? Hayır, böyle olmuyor V. Ne kahve hazırlıyorum ne de çiçeklerimi suluyorum. Kendimi bıraktığım yerde senin şu an ne düşündüğünü, nerede olduğunu, ne hissettiğini, her şeye karşı gerçekçi ve neşeli olup olmadığını düşünüyorum. Bu iki kavramın bir arada yürümesinin mümkün olmadığını düşünüyorum ve gözlerimi kapattığım an senin yüzünü görüyorum.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Martin Eden


Jack London'ın yarı otobiyografik olan romanı Martin Eden, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri. Yarı otobiyografik olduğu için öncelikle London'ın hayatından bahsetmek istiyorum kısaca. Kitabı Levent Cinemre'nin çevirisi ile İş Yayınlarından okudum. Çevirmen dipnotlar için ayrı bir bölüm açmış ve bu da kitabı tam 145 dipnotla zenginleştirilmiş şekliyle okumamı ve Jack London ile Martin arasında kıyaslamalara kolayca gitmemi sağladı. 
Jack London (Gerçek adıyla John Griffith Chaney) 1876'da San Francisco'da doğmuş. Çocukluk yılları yoksul geçen London erken yaşta okulu bırakıp çalışmaya ve maceraperest bir hayata başlamış, Jack London hayatı boyunca kitaplara ve okumaya çok bağlıymış. Bir dönem California Üniversitesine gitse de, maddi zorluklardan dolayı eğitimini tamamlayamamış. Hayatı boyunca tekneyle San Francisco körfezini dolaşmış, kaçak istiridye avlamış ve Japonya'ya gitmiş, gemilerde çalışmış. Mışmışmış. İlk aşkı ise kitapta Ruth olarak tanıyacağımız, London'ın lise yıllarında tanıyıp hayranlık duyduğu Mabel Applegarth, 

Martin'in hikayesine gelirsek.  Martin, işçi sınıfına mensup, eğitimsiz bir gençken beklenmedik bir aşkın onu esir almasıyla, "dünyadaki tek kadın" dediği aşkına ulaşabilmek için kendi tabiriyle bir ahlaki devrim sürecine girişiyor. Kitabı burada anlatmayacağım tabi ki, sadece okuyanlar için  Martin Eden ve Jack London'ın benzerlik ve farklılıkları da dahil dikkat çekmek istediğim birkaç nokta var. 
Başlarda Martin'in hırsı, arzuladığı şeye ulaşmak adına gösterdiği çaba ve özveri beni o kadar kendine çekti ki bir solukta ilerledim. Sonrasında Martin'in yazar olma uğraşları ve amacının Ruth'un aşkını kazanmak dışında bir şeye dönüşmesi beni epey rahatsız etti. Ruth'a karşı hisleri kitapta açık bir şekilde aşk olarak tanımlansa da, içten içe Martin'in Ruth'a aşık olmadığını, hislerinin yalnızca farklı sınıfa mensup, idealize edilmiş bu kadına beslediği hayranlık ve imkansız aşkın büyüsü, cazibesi olduğunu düşündüm.  Martin her ne kadar kendisinin gerçekçi olduğunu sürekli vurgulasa da, bence tam bir hayalperest ve onun bu hayalperest yanı hırsını ve inancını besliyor. Ruth'un aşkını kazanana dek, Martin beni çok etkiledi. Fakat sonrası; insanlara tepeden bakması, her zaman onlardan fazla şey bildiğini düşünmesi, eğitimin önemi olmadığını söyleyip durması beni bir yere kadar epey rahatsız etti. 20'li yaşlarına dek kendini eğitme gereği duymamış fakat aniden gelen, amacına ulaşma dürtüsü ve özlemiyle harekete geçmiş olan Martin, her şeye kitaplar aracılığı ile ulaşabildiğini düşünüyor fakat günde 5 saat uyuyup 19 saat çalışsa da onun da bilemeyeceği şeyler olduğunu asla kabullenmiyor. Ta ki Brissenden'in onu "asıl pislik" ile (Oakland'ın güneyindeki işçi mahallesi ve felsefe tartışmaları) tanıştırdığı güne dek. O gün, kendisinin de bilmediği şeyler olduğunu ve çok okuması gerektiğini fark eden Martin şöyle düşünüyor: " Hayat ancak böyle insanlar ile bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur." İşte tam bu andan sonra Martin bir kez daha gönlümü kazandı ve kitabın sonuna dek de böyle kaldı. 

Kendisi bilgilendikçe diğerlerinin ne kadar bilgisiz olduğunu fark ettikçe o zamana dek çok yükseklerde gördüğü burjuvazinin aslında dar görüşlü ve sabit şeylere takılı kalmış insanlar topluluğu olduğunu görüyor. Martin Eden'de dönemin  sınıf çatışmasını, statünün önemini de gözlemleyebiliyoruz açıkça. 'Burjuva toplumun insanın değerini şöhret ve para ile ölçmesi' şeklinde bir ifade geçiyor kitapta, Martin bunu çok geçmeden fark ediyor. 
Benim dipnotlarım: 
London kitaptaki Brissenden karakterini yaratırken, en yakın arkadaşı George Sterling'den esinlenmiş. Martin'in yaşadığı Oakland bölgesi de Jack London'ın yaşadığı bölge. Martin'in gittiği Belediye Parkı da, Jack London'ın sosyalist düşünceler ile tanışmasının vesilesi. Martin'in halk kütüphanesinde destek aldığı kütüphaneci de Jack London'ın hayatı ile paralellik gösteriyor. Ruth'un Martin'e dilbilgisi dersleri vermesi de Mabel Applegarth ile Jack London arasında geçen bir ilişkiymiş. Keza Martin'in yazma dürtüsü ile kaleme aldığı eserleri de Jack London'ın yazdıklarının konuları ile büyük benzerlik gösteriyor. Martin'in bir dönem zor şartlar altında çalıştığı buharlı çamaşırhane ise London'ın California Üniversitesine devam edebilmek için girdiği iş. Kısaca Martin ile Jack arasında büyük paralellik olsa da sonları gibi onları birbirinden ayıran noktalar da yok değil. Bu nedenle "yarı" otobiyografik.
Dikkat yazının içindeki en rahatsız edici spoiler aşağıdadır (daha ne kadar verebilirsem tabi) 
"Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir sosyalistim. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü." demiş Jack London. 

"Karşısında yaşamaya değer bir şey vardı işte; kazanmak için savaşmaya, mücadele etmeye ve evet, uğruna ölmeye. kitaplar haklıydı. dünyada böyle kadınlar da vardı. karşısındaki onlardan biriydi. gencin hayal gücünü kanatlandırmıştı; gözlerinin önünde açılan kocaman aydınlık tuvallere saçılan devasa ve belirsiz şekillerde aşk, romans ve bir kadının uğruna girişilen kahramanlıklar vardı artık; solgun bir kadının bir altın çiçeğinin narına." 

11 Ağustos 2016 Perşembe

Great Gatsby ve Filme Uyarlanması



 "And I hope she'll be a fool. That's the best thing a girl can be in this world, a beautiful little fool."

Muhteşem Gatsby, Scott Fitzgerald'ın I. Dünya Savaşı sonrası kaleme aldığı, 20'li yılların Amerika'sını, kendi tabiriyle caz çağını ve Amerikan rüyasının çöküşünü anlattığı romanı. Kendisini olay örgüsüne kaptırmış ve onun dışında hiçbir unsuru önemsememiş bir okuyucunun dahi kavrayabileceği açıklıkta çıkarımlarda bulunmak mümkün ki 20'li yılların şatafatlı hayatı, caz dönemi ve insanların eğlence düşkünlüğü, savaş sonrası canlanmaya çalışan ekonominin oluşturduğu sınıf farklılıkları da bunlardan bazıları. Kitap, olaylara tanık olan Nick Carraway'in ağzından yazılmış. Haftasonları malikanesinde çok büyük partiler düzenleyen komşusu Gatsby'de 5 yıl önce kuzeni Daisy ile arasında yaşanmış aşkın takıntısı hala devam etmektedir ve Gatsby yıllar evvel imkanı olmayan her şeyi elde etmiş, geriye yalnızca Daisy kalmıştır. Her partiyi, evinin hemen karşı yakasında kocası ve çocuğu ile birlikte yaşayan Daisy'nin de bir gün katılacağı umuduyla  düzenlemekte ama Daisy bir türlü gelmemektedir. Gatsby, Daisy ile bir araya gelebilmek için Nick'i devreye sokmaya karar verir.
Muhteşem Gatsby yazıldığı dönemden beri operaya ve 6 kez de sinemaya uyarlanmış, en son uyarlaması da  2013 yılında yapılan Leonardo Dicaprio'lu olan vasat ötesi film. Kitabı okurken bu filmden haberdar olduğum için karakterler gözümde ister istemez o şekilde canlandı fakat kitabı okuduktan kısa bir süre sonra filmi izlemek gibi bir hataya düştüm. Tamamen hayal kırıklığıydı benim için. Filmdeki güzel tek şey görsellikti. Gatsby'nin malikanesi, kıyafetler, bazı sahneler tam zihnimde canlandırdığım gibi olmasına rağmen filmde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Belki de geçişlerin inanılmaz hızlı oluşu beni biraz kızdırmıştır. Hoşuma giden bir nokta da kitapta geçen diyalogların bir kısmının olduğu gibi filme aktarılmasıydı. Yine de sonuna dek izlemeye tahammül edemedim ve kapattım. Zihnimde kitap olarak kalmasını tercih ederim.
Dipnot: Filmin soundtracki güzel.

"İstersen altın şapkalar tak, eğer onu etkileyecekse
Yükseğe sıçrayabiliyorsan onun için de sıçra
Ta ki o "altın şapkalım, yükseklerde uçan sevgilim
                         Sen benim olmalısın." diyene kadar."

5 Ağustos 2016 Cuma

İyili Kötülü 7 Film


1.Danish Girl:  İzlediğim zaman hemen bir şeyler karalamak istedim bu film hakkında ama olmadı, aradan biraz zaman geçmesini bekledim. Bir yerlerde benim hissettiklerimi hisseden birileri var mı diye sağdan soldan yazılar okudum ve Einar'ın hayatı ile ilgili birkaç şey araştırdım. O kadar tuhaf, o kadar hisli, bambaşka ve gerçek bir hikayeydi ki Lili ve Gerda'nın hikayesi bir süre etkisinden kurtulamadım. Einar, yani Lili, tarihin ilk transeksüel insanı. Bu konuda düşünmeye ve araştırmaya sevk eden bi film olmasının yanında beni Gerda'nın koşulsuz aşkı ve desteği etkiledi. Eddie Redmayne'ın oyunculuğuna diyecek söz bulamıyorum fakat Alicia Vikender'in de ondan aşağı kaldığını düşünmüyorum. Her filmde göremediğimiz 20'li yılların Kopenhag'ı eşliğinde her şey mükemmeldi bence. Ama eleştirmenler tarafından sözde biyografik olarak değerlendiriliyor Danish Girl, nedenini bilemiyorum. Danimarkalı Kız için seçtiğim kelime "sarsıcı". Puanım 8.

 2. Closer: Closer için seçeceğim kelimeyi bulmakta epey zorlansam da "sıkışık" olduğunu söyleyebilirim. İnsan ilişkilerini karmaşıklaştırıp sevgi ve sadakat üzerine düşünmeye sevk eden bu başarısız filme ancak 5 puan verebilirim, çünkü güzel olan tek şey Natalie Portman'dı. (-tamam belki biraz Jude Law ve harika aksanı) İlişkiler ve insan psikolojisi adına birçok çıkarımda bulunulabilir ama hayatlar o kadar üst üste binmiş ve sıkışmış ki anlatılmak istenen her ne ise (hatta böyle bi gayesi olduğunu dahi sanmıyorum ama) aktarmakta başarısız oldu. Bir süre sonra akıştan ziyade konuşmalara odaklanıyorsunuz ve bu kadar aptalca olamaz diye düşünürken belki mantıklı ve bir yere not edilmeye değer bir cümle duyarım diye kulaklarınızı dört açıyorsunuz. İzlenmeye değer mi, belki. Imdb puanı çok şişirilmiş mi, evet (muhtemelen oyuncu kadrosundan kaynaklı). Güzel diyaloglar var mı, evet (belki de bu yüzden belki de I cant take my eyes of you şarkısından) https://www.youtube.com/watch?v=nv145tAEmYg


3.Coraline: İzlediğim en değişik animasyonlardan olan Coraline "be careful what you wish for" sloganıyla ihmalkar bi ailenin kızı Coraline'in evlerinde gizli bi geçit keşfedip diğer ailesine ulaşmasını konu alıyor. Kesinlikle bir çocuk filmi değil ki Coraline için seçtiğim kelime "ürpertici" oldu.  Veee 7 puan veriyorum. İzlerken birçok yerinde eğlensem ve ürpersem de bazı kısımlarında da sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Sıradışı animasyon izlemek isteyenler için hem kısa hem de etkileyici bi seçenek olacaktır. 




4.Blue Valentine: Bu şekilde bir başlangıç yapmak istemezdim ama Ryan Gosling ve Michelle Williams'ın başrolünde olduğu  bağımsız dram filmi olan Blue Valentine izlediğim en en kötü filmlerden birisiydi. (İzlediğim en kötü film için bkz: Submarine) 
Evli bir çift olan Derek ve Cindy'nin ilişkileri temelden yani kuruluşundan itibaren sorunlu ama yıllar geçtikçe içinden çıkılmaz ve çekilmez bir hal alıyor. Geçmişle bugün arasında gidip gelerek  bize bu sıkıntılı dönemi ve iki insanın birbirinden uzaklaşma raddesine gelişini anlatıyor. Filmdeki tek güzel sahne Derek'in ukulele çaldığı ve Cindy'nin sokakta dans ettiği sahnesiydi sanırım. (tamam belki Derek'in Cindy için seçtiği şarkıyı dinlettiği sahneden ve şarkıdan da etkilenmiş olabilirim. bkz: https://www.youtube.com/watch?v=H8rumyup0Os ) Puanım 4. Kelimem "çekilmez."

Not: Neden bilmiyorum ama My blueberry nights'a benzettim.


5.Sideways: Bitirdiğimde sevip sevmediğime pek emin olamamakla beraber üzerinde biraz düşününce birkaç sahnesinden dolayı sevdiğime karar verdiğim 5 dalda Oscar adaylığı ve Altın Küre ödülü olan Sideways için seçtiğim kelime "mütevazi". Kendi hallerinde ve şarap seven birkaç kişinin bir araya gelmesi ile ortaya hem samimi hem de anlatılacak bir hikaye çıkmış. Miles ve Jack bir haftalık bir yolculuğa çıkarlar, Miles'ın amacı Jack'in bekarlığa vedası adı altında gezmek ve güzel şaraplar tatmaktır ama Jack'in bu yolculuktan beklediği şey çok farklıdır. İki arkadaş bu yolculuk sırasında hayatlarına ve beklentilerine dair düşünme fırsatı bulacaklardır. En çok etkilendiğim ve "sevdim" dememe neden olan sahne Maya'nın şarap konuşmasıydı. "Şarabın yaşamını düşünmeyi severim. Evet. nasıl yaşam dolu olduğunu, üzümlerin yetiştiği sene neler olup bittiğini, güneşin nasıl parladığını, yağmuru düşünmeyi severim. Vesile olanları, onu toplayanları ve şarap eskiyse eğer -onlardan şu ana kadar kaçının ölmüş olabileceğini düşünürüm. Şarabın evrimine nasıl devam ettiği hoşuma gider. Yani, bugün bir şişe şarap açarsam tadı, aynı şarabı bir başka zamanda açmamda başka olacaktır. Çünkü bir şişe şarap aslında yaşamaktadır, devamlı evrim geçirir ve güç kazanır. Bu da senin 61'in gibi zirveye ulaşana kadardır ve daha sonra şaşmaz ve kaçınılmaz çöküşü başlar."
Puanım 6.5. 


6. Blue Jasmine: Sadece son sahnesi ve müzikleri için bile izlemeye değer (-tabi bir de Cate Blanchet var) bir Woody Allen filmi. Jasmine kocasının sağladığı sükseli hayattan çıkıp bir anda kendisini San Francisco'da kız kardeşinin yanında bulur. Sık sık kendi kendine konuşan ve geçmişte olan bitenlere saplantılı kalmış Jasmine kendine yeni bir hayat kurmaya çalışırken sık sık geçmişte olanları yeniden yeniden yaşıyor. Woody Allen filmlerinde konunun önemli olduğunu pek düşünmüyorum açıkçası. Hayatın içinden bi kısmı aktarıp, harika müzikler ve mekanlarla süsleyip,
 mükemmel oyuncularla çalışarak bize iyi filmler sunmayı başarıyor. Bilgisini ve kültürünü de filmin içinde bir sahnede gözüküp kaybolarak ya da birkaç diyalogun arasına sıkıştırarak üzerimize gözlerini dikip"ben Woody Allen filmiyim farkındasın değil mi?" diye sorarcasına kullanıyor bence. Ama malesef her filmi iyi değil. İyi bir oyuncuyu, görsellik ve sağlam müziklerle sunmak değil film yapmak. Blue Jasmine güzeldi fakat eksikti. O yüzden puanım 7. Seçtiğim kelime de "naif."
(Blue Moon; https://www.youtube.com/watch?v=NuCZDanw3aE )


7. Irrational Man: Ben bu film için adı gibi "mantıksız" kelimesini seçeceğim zira Woody Allen sanırım felsefik bir film yapma arzusu ile hareket edip klişe şekilde felsefe hocası bir ana karakter seçerek (devirelim o gözleri lütfen) basit ve mantıksız bir film yapmış. 5 puan veriyoruuum ve iyi ki Dostoyevski okuduğum döneme denk geldi diyorum.
---