17 Ağustos 2016 Çarşamba

Martin Eden


Jack London'ın yarı otobiyografik olan romanı Martin Eden, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri. Yarı otobiyografik olduğu için öncelikle London'ın hayatından bahsetmek istiyorum kısaca. Kitabı Levent Cinemre'nin çevirisi ile İş Yayınlarından okudum. Çevirmen dipnotlar için ayrı bir bölüm açmış ve bu da kitabı tam 145 dipnotla zenginleştirilmiş şekliyle okumamı ve Jack London ile Martin arasında kıyaslamalara kolayca gitmemi sağladı. 
Jack London (Gerçek adıyla John Griffith Chaney) 1876'da San Francisco'da doğmuş. Çocukluk yılları yoksul geçen London erken yaşta okulu bırakıp çalışmaya ve maceraperest bir hayata başlamış, Jack London hayatı boyunca kitaplara ve okumaya çok bağlıymış. Bir dönem California Üniversitesine gitse de, maddi zorluklardan dolayı eğitimini tamamlayamamış. Hayatı boyunca tekneyle San Francisco körfezini dolaşmış, kaçak istiridye avlamış ve Japonya'ya gitmiş, gemilerde çalışmış. Mışmışmış. İlk aşkı ise kitapta Ruth olarak tanıyacağımız, London'ın lise yıllarında tanıyıp hayranlık duyduğu Mabel Applegarth, 

Martin'in hikayesine gelirsek.  Martin, işçi sınıfına mensup, eğitimsiz bir gençken beklenmedik bir aşkın onu esir almasıyla, "dünyadaki tek kadın" dediği aşkına ulaşabilmek için kendi tabiriyle bir ahlaki devrim sürecine girişiyor. Kitabı burada anlatmayacağım tabi ki, sadece okuyanlar için  Martin Eden ve Jack London'ın benzerlik ve farklılıkları da dahil dikkat çekmek istediğim birkaç nokta var. 
Başlarda Martin'in hırsı, arzuladığı şeye ulaşmak adına gösterdiği çaba ve özveri beni o kadar kendine çekti ki bir solukta ilerledim. Sonrasında Martin'in yazar olma uğraşları ve amacının Ruth'un aşkını kazanmak dışında bir şeye dönüşmesi beni epey rahatsız etti. Ruth'a karşı hisleri kitapta açık bir şekilde aşk olarak tanımlansa da, içten içe Martin'in Ruth'a aşık olmadığını, hislerinin yalnızca farklı sınıfa mensup, idealize edilmiş bu kadına beslediği hayranlık ve imkansız aşkın büyüsü, cazibesi olduğunu düşündüm.  Martin her ne kadar kendisinin gerçekçi olduğunu sürekli vurgulasa da, bence tam bir hayalperest ve onun bu hayalperest yanı hırsını ve inancını besliyor. Ruth'un aşkını kazanana dek, Martin beni çok etkiledi. Fakat sonrası; insanlara tepeden bakması, her zaman onlardan fazla şey bildiğini düşünmesi, eğitimin önemi olmadığını söyleyip durması beni bir yere kadar epey rahatsız etti. 20'li yaşlarına dek kendini eğitme gereği duymamış fakat aniden gelen, amacına ulaşma dürtüsü ve özlemiyle harekete geçmiş olan Martin, her şeye kitaplar aracılığı ile ulaşabildiğini düşünüyor fakat günde 5 saat uyuyup 19 saat çalışsa da onun da bilemeyeceği şeyler olduğunu asla kabullenmiyor. Ta ki Brissenden'in onu "asıl pislik" ile (Oakland'ın güneyindeki işçi mahallesi ve felsefe tartışmaları) tanıştırdığı güne dek. O gün, kendisinin de bilmediği şeyler olduğunu ve çok okuması gerektiğini fark eden Martin şöyle düşünüyor: " Hayat ancak böyle insanlar ile bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur." İşte tam bu andan sonra Martin bir kez daha gönlümü kazandı ve kitabın sonuna dek de böyle kaldı. 

Kendisi bilgilendikçe diğerlerinin ne kadar bilgisiz olduğunu fark ettikçe o zamana dek çok yükseklerde gördüğü burjuvazinin aslında dar görüşlü ve sabit şeylere takılı kalmış insanlar topluluğu olduğunu görüyor. Martin Eden'de dönemin  sınıf çatışmasını, statünün önemini de gözlemleyebiliyoruz açıkça. 'Burjuva toplumun insanın değerini şöhret ve para ile ölçmesi' şeklinde bir ifade geçiyor kitapta, Martin bunu çok geçmeden fark ediyor. 
Benim dipnotlarım: 
London kitaptaki Brissenden karakterini yaratırken, en yakın arkadaşı George Sterling'den esinlenmiş. Martin'in yaşadığı Oakland bölgesi de Jack London'ın yaşadığı bölge. Martin'in gittiği Belediye Parkı da, Jack London'ın sosyalist düşünceler ile tanışmasının vesilesi. Martin'in halk kütüphanesinde destek aldığı kütüphaneci de Jack London'ın hayatı ile paralellik gösteriyor. Ruth'un Martin'e dilbilgisi dersleri vermesi de Mabel Applegarth ile Jack London arasında geçen bir ilişkiymiş. Keza Martin'in yazma dürtüsü ile kaleme aldığı eserleri de Jack London'ın yazdıklarının konuları ile büyük benzerlik gösteriyor. Martin'in bir dönem zor şartlar altında çalıştığı buharlı çamaşırhane ise London'ın California Üniversitesine devam edebilmek için girdiği iş. Kısaca Martin ile Jack arasında büyük paralellik olsa da sonları gibi onları birbirinden ayıran noktalar da yok değil. Bu nedenle "yarı" otobiyografik.
Dikkat yazının içindeki en rahatsız edici spoiler aşağıdadır (daha ne kadar verebilirsem tabi) 
"Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir sosyalistim. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü." demiş Jack London. 

"Karşısında yaşamaya değer bir şey vardı işte; kazanmak için savaşmaya, mücadele etmeye ve evet, uğruna ölmeye. kitaplar haklıydı. dünyada böyle kadınlar da vardı. karşısındaki onlardan biriydi. gencin hayal gücünü kanatlandırmıştı; gözlerinin önünde açılan kocaman aydınlık tuvallere saçılan devasa ve belirsiz şekillerde aşk, romans ve bir kadının uğruna girişilen kahramanlıklar vardı artık; solgun bir kadının bir altın çiçeğinin narına." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder