24 Temmuz 2016 Pazar

Scent of a Woman


"You break my heart son. All my life I've stood up to everyone and everything, because it made me feel important."

Kadın Kokusu aslında 1974 yapımı İtalyan filmi Profumo di Donna'nın yeniden çekilmiş hali. Ama biz şimdi 1992'ye gidiyoruz ve bu filmin Al Pacino'lu versiyonunu izliyoruz. Kadın Kokusu, bir hata sonucu gözlerini kaybetmiş emekli yarbay Frank (Al Pacino) ile lise öğrencisi Charlie'nin (Chris O'Donnell) hayatlarının kesişim noktasını anlatıyor. Al Pacino'ya bir kez daha hayran olmama neden oldu, çünkü bu performansıyla izlediğim en iyi görme engelli film karakterine hayat verdi hem de hayatının ilk ve tek Oscar'ını aldı. Al Pacino bu role hazırlanabilmek için 6 ay körler okulunda kalmış, bir süre sonra sabit bir noktaya bakmaktan dolayı gözleri bozulmuş ve gözlük kullanmak zorunda kalmış. 
O kadar etkilendim ki, bu da benim için yeniden izlenebilir filmler arasında yerini aldı. Basit bir senaryo ve kurgu olsa dahi Al Pacino'nun müthişliğinden dolayı filmi izlediğime pişman olmazdım ki bu oyunculuğa kurgu, görsellik, iyi bir soundtrack ve tango eklenince bir filmden daha fazlasını bekleyemem diyorum.


Bu o meşhur tango sahnesinden. (https://www.youtube.com/watch?v=F1ctv7Thtw4)
Hayatına sona vermekte kararlı olan bu adamın yapmak istediği son şeylerin arasında güzel kokan bir kadınla tango yapmak olduğu gibi medeniyetin kalbinde (Waldorf Astoria/NY) birkaç gece kalmak, iyi bir yemek yemek de var. "Tangoda hata olmaz, tango hayata benzemez. Basittir, bu yüzden muhteşemdir."diyor kör olmadan önce her şeyi yeterince gördüğünü söyleyen Frank.

                         








22 Temmuz 2016 Cuma

Matilda

Bu film için seçtiğim kelime "tuhaf."
Tuhaf bir ailede doğan, tuhaf şekilde üstün bir zekası ve olağanüstü bazı güçleri olan Matilda'nın tuhaf yaşantısını konu alıyor. Matilda, aslında bir çocuk kitabı fakat 1996 yılında filmi çekilmiş, üstelik 2010'da da Royal Shakespeare Company tarafından da müzikali yapılmış.
"Everyone is born but not everyone is born in the same" diye başlıyor film ve Matilda da bu farklı doğanlardan. Bana kalırsa olağanüstü güçlerini ve kıvrak zekasını bir kenara bırakırsak (hatta bırakmasak dahi) Matilda ailesinden ve Trunchbull'dan çok daha normal birisi.

Doğduğu andan itibaren gelişmesi ve büyümesi için yeterli desteği ailesinden bulamayınca işi eline alıyor ve her şeyi, okumayı bile, kendi kendine öğreniyor. Babasından bir kitap istediğinde "Ne yapacaksın bir kitabı? Televizyondan her şeye daha hızlı erişebilirsin." cevabı alan Matilda daha küçücük yaşta kütüphanenin yolunu tutuyor ve yalnızlığını  kitaplar ile gideriyor. Evde yalnız kaldıkça bir yetişkin gibi her şeyi hallediyor ve okul çağına geldiğindeyse yüzleşmesi gereken daha büyük bir problem beliriyor hayatında. Neyse ki öğretmeni Miss Honey dünyanın en iyi öğretmeni ve onunla birlikte hem Miss Honey'in geçmişine bir yolculuk yapacaklar hem de Matilda ve diğer öğrencilerin korkulu rüyası Trunchbull ile mücadele edecekler.
Matilda, gülümseten filmler listesinde hızla yükselişte.

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Kış Uykusu

"Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?"
Hemen, taze taze yazmak istedim çünkü uzun zamandır diyaloglarından, görselliğinden ve oyunculuklarından bu denli etkilenip "çok beğendim"diye başından kalktığım bir film izlememiştim. Bahsettiğim film Nuri Bilge Ceylan'ın 2014 yılında Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ve En İyi Film ödüllerini aldığı Kış Uykusu.  3 saat 16 dakika olduğu için bu zamana dek izlemeyi hep ertelemiştim fakat filmin ilk kurgusunda süresinin 4 buçuk saat olarak belirlendiğini ardından 3 saat 16 dakikaya kısaltıldığını da belirtmem gerek. Film ile ilgili birkaç noktaya dikkat çekmek dışında söyleyeceğim pek bir şey yok.  Öncelikle doğanın kullanımı tam Nuri Bilge Ceylan'a göre olmuş, her kısım özenle fotoğraflanmış gibi mükemmel.


Film bence entelektüellik teması üzerine kurularak toplumdaki sınıf farklarını sezdirmeden anlatma amacı taşıyor. Süper bir sinema eleştirmeni de olmadığıma göre yanılıyor da olabilirim, sonuçta ödüllü filmlere konu tespiti bakımından pek güven olmaz, ama bu kadar çok entelektüel sohbetin geçmesi ve üst sınıf her karakterin (Aydın ve Necla) sürekli kafa yordukları bazı konuların olması, kurdukları cümlelerdeki kelimelerin dahi özenle seçilmiş olmasına başka bir anlam yükleyemedim doğrusu.  Değinmek istediğim bir diğer nokta mekanlar. Mekanlar sanki tiyatro sahnesiymişçesine düzenlenmiş, özellikle Aydın ve Nihal'in konuştukları oda, İsmail ve Nihal'in konuştukları eve sonradan eklenen oda, Aydın'ın çalışma odası. Hatta otelin lobisi ve mutfak bile düşünülerek hazırlanmış gibiydi. Dekor, duvarda asılı resimler ve tiyatro-sinema afişleri, fotoğraflar çok güzel ve dikkat çekiciydi.


 Üçüncü bir nokta ise müzikler. Kendimi Godfather izliyormuş gibi hissettim bazı yerlerde, o kadar itinayla seçilmişti ki. (bkz.Schubert)
 Çok çok sevdiğim 4 tane sahne var. Bunlar,
1. Aydın'ın Nihal'e "neymiş benim suçum?" diye sorduğu sahne ve diyaloglar.
2. İsmail'in Nihal'in verdiği paralar hakkında konuşması
3. Necla ve Aydın'ın çalışma odasındaki tartışmaları
Haluk Bilginer tam bu sahnede "Valla ben evim, odam, kitaplarım neredeyse kendimi oralı hissederim, başka bir yere de ihtiyaç duymam. Bu insanın kendine bir dünya yaratabilme kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey." demişti. Kesinlikle öyle.
 4. Levent öğretmen ile Aydın'ın Shakespeare atışmaları da harikaydı. Kaçırıdıklarım da olabilir fakat epey bi alıntılama vardı. "Vicdan güçlüleri korkutmak için düşünülmüş korkakların kullandığı sözcükten başka bir şey değildir."
"Aldanmak, yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. Her sabah parlak işler tasarlar, gün boyu budalalık ederim."


-son-





14 Temmuz 2016 Perşembe

Genç Werther'in Acıları

Aydın kesimin birçok özellliğini bünyesinde barındıran, kalabalık şehirden kaçıp Walheim'a yerleşmiş ve bu süre zarfında yaşadığı tüm duyguları mektupları ile Wilhelm'e aktarmış genç ressam Werther'in hikayesine, mektup arkadaşı Wilhelm'in bir araya topladığı mektuplar ve bazı notlar aracılığı ile dahil oluyoruz. Yazıldığı dönemi de dikkate alarak kitabın anlatımına ağdalı ve abartılı diyemeyeceğim zira 1774 senesinde ilk baskısı yayımlanmış ve ardından edebiyat dünyasına büyük bir yankı getirmiş. Sıradan aşk hikayelerinde olduğu gibi burada da başkasına aidiyetten doğan imkansızlık var. Ama Werther'in bunları ifade edişi, yaptığı benzetmeler ve aşama aşama kaydettiği ruhsal çöküntüsüyle yaşadığı acıları mektuplarına aktarışı sanırım konuyu sıradanlıktan uzak tutuyor. Werther'in, Albert ile nişanlı, sonrasında evli olan Lotte'ye olan aşkı ve imkansızlığını bilmesine rağmen ona olan bağlılığı Lotte'nin de ifade ettiği gibi üzülmeye olan meyli yüzünden gibi geldi bana. "Sizin için üzülmekten başka bir şey yapmayan bir insana duyduğunuz üzücü bağlılığa bir son verin. Kendi kendinizi kandırdığınızı, bilerek kendinizi mahvettiğinizi anlamıyor musunuz? Niçin ben Werther? İlle de ben, niçin başkasına ait olan ben? Korkarım bu arzuyu sizin için bu kadar cazip kılan şey bana sahip olmanızın olanaksızlığıdır." demişti Lotte. Kitabın başından beri bu konuşmaya ve Werther ile Lotte'nin yaşadıkları yakınlaşmaya dek ben de aynı şeyi düşündüm ve Werther'in abartılı aşkını tamamen sanatçı ruhlu ve duygusal oluşuna bağladım.

Werther ile Goethe'nin yaşamını bağdaştırmamız mümkünmüş, zira Werther'in düşünceleri ve yaşamında otobiyografik izler varmış. Bir yerde okuduğuma göre Goethe kendisi intihar etmeye cesaret edemeyip bunu Werther aracılığı ile yapmış. Ve ve ve cidden kitaptaki anlatım tarzı ve abartılılığın kaynağı olan şey de Goethe'nin Genç Werther'in Acıları'nı "coşumculuk" denen akım ile yazmış olması olabilir.
Roman yayınlandıktan sonra Werther salgını adı altında dönem gençlerinin Werther gibi giyinip kuşanmasına ve peş peşe intiharlara sebep olmuş. Yandaki görsel ise 1997 yılında Seattle Opera'da oynanan oyundan.

Şu anki düşünce yapımla bundan yüzlerce yıl evvel yazılmış kitapları okumak ve o döneme göre düşünmek benim için çok zor, muhtemelen bu nedenle klasik okumaktan hep kaçınıyorum. Werther benim için klasik kitaplara bakış açımı değiştirmeme neden olan kitaplardan biri oldu diyebilirim.
“İnsan doğası, diye sürdürdüm konuşmamı. Sınırlı: sevinç, üzüntü, acıya belli bir dereceye kadar katlanabiliyor ve bunun üstüne çıkınca mahvoluyor. Burada sorun birinin zayıf ya da güçlü olması değil. İster psikolojik ister fiziksel olsun, duyduğu üzüntünün miktarına tahammül edebilmesi ya da edememesi. Bana göre, yüksek ateşten ölen birine korkak demek ne kadar uygunsuzsa yaşamına son veren biri korkaktır demek de o kadar tuhaf.”

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Tespih Ağacının Gölgesinde

Bülbülü Öldürmek, okuyanların birçoğunda derinden izler bırakmış, birçoğunun en sevdiği kitaplardan birisi olmuştur bence. Bu benim için de geçerli. Harper Lee 55 yıl aradan sonra Jean Louise Finch'in hikayesini devam ettirip kitapçıların raflarında yerini bulduğunda epey şaşırdım zira geçtiğimiz yıl Bülbülü Öldürmek'i bitirirken ikinci bir kitap daha geleceğini tahmin bile etmemiştim. Birkaç gün evvel büyük heveslerle okumaya başladığım, ilk 100 sayfası su gibi akıp giden fakat sonlara doğru içimi sıkan kitap, Bülbülü Öldürmek'in hissettirdiklerini pek de hissettiremedi bana. Haksızlık etmek istemiyorum ama benim gibi düşünen birçok insan olduğuna inanıyorum. 
Bülbülü Öldürmek'te küçücük bir kız çocuğu olan Scout'u kendime öylesine benzetmiştim ki, 20 yıl aradan sonra Maycomb'a dönüşünde de kendimden izler buldum. Belki de kitaba haksızlık etmek istememe nedenlerimden birisi de budur. Bülbülü Öldürmek'te her şeyi Scout'un ağzından dinlerken burada üçüncü kişinin anlatması da işleri biraz karıştırmış açıkçası. Bülbülü Öldürmek'i çok seven ve büyüsünün bozulmasını istemeyenler varsa okumamalarını tavsiye ederim. Yine de kitap da öyle kısımlar var ki, biraz hayal kırıklığı yaratsa da sırf bu kısımlar için okumaya değer. Özellikle sonlara doğru Atticus ile Jean Louise arasında geçen "yanar dönerli" konuşma için. 

"Hemen hemen aşıktı Hank'a. Yo olanaksız bu diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan su götürmez tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya sevmiyorsun" önermesi geçerli."

"Şüpheler, güvensizlikler içinde doğmak ve hayatını bütün erkeklerin kötü yaratıldığı önermesine adamak."

"Bir adam sana, "İşte gerçek bu " diyorsa. Sende ona inanıyorsan, sonra da söylediği şeyin gerçek olmadığını keşfediyorsan, hayal kırıklığına uğrar ve bir daha onun tuzağına düşmemek için dikkat kesilirsin."

“Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: Her ikisi de mantığın bittiği yerde başlar.”
''Şunu da hep hatırla: Geriye bakıp, düne, on yıl önceye bakıp o günkü halimizi görmek her zaman daha kolaydır. Zor olan, şu anki bizi görmektir. Bu beceriyi edinebilirsen, yuvarlanıp gidersin.''


Not: Jem konusunda çok üzgünüm.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

'En Kısa Gecenin Rüyası'

Çok değil, birkaç gece önce saat 11 sularında Moda Sahnesinden çıkmış, Bahariye Caddesinden aşağı doğru yürüyordum. Bu güzel oyunun, bu harika oyunculukların ve profesyonel metnin bana hissettirdiklerini bir an önce paylaşmak istedim. Öncelikle En Kısa Gecenin Rüyası, Shakespeare'in bildiğimiz 'A Midsummer Night's Dream' yani Bir Yaz Gecesi Rüyası. Yalnızca farklı bir isimle çevrilmiş ve uyarlanmış hali. Daha evvel İstanbul Devlet Tiyartolarında izleme fırsatı bulmuştum. Saflığıma denk gelmiş olacak ki bir an bu oyunu farklı bir oyun sanarak aldım biletleri zira oyunun bu şekilde çevrilmiş halini hiç duymamıştım. Ama oyun başladı ve Thesesus ve Hippolyta sahneye girdi, biraz ilerledikçe beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü bu bildiğin benim DT'de izlediğim oyunun aynısıydı. Buna biraz canım sıkılsa da oyunu izledikçe (Mert Fırat'a ağzım bir karış açık bakarken) aynı oyunun farklı uyarlamalarını izlemenin aşırı keyifli olduğunu fark ettim. Bir metin bu kadar farklı bakış açıları ile ele alınabilirdi. Oyunu izlerken bir yandan diğer oyunla kıyaslıyor, ortak ve farklı yönlerini oyun sonrası tartışmak için heyecan duyuyordum.
En Kısa Gecenin Rüyası Shakespeare'in komedi türündeki en meşhur oyunu. Oyun içinde oyun söz konusu, ana temanın yanına bir de Atina halkının sergileyeceği tiyatro oyunu katılmış ve Shakespeare bu noktada sınıf farkına dikkat çekerek toplum eleştirisi yapmaktan geri kalmamış. Oyun bittikten sonra hemen ertesi sabah, daha kahvaltı bile yapmadan rafımdan alıp Bir Yaz Gecesi Rüyası metnini okudum. Böylece bir anda oyunun 3 halini birden görmüş oldum.
Oyunla ilgili kısa kısa yorumlar yapacağım. Öncelikle DT'dekinden birçok açıdan ayrılıyor. Dekor neredeyse hiç kullanılmamış, buna rağmen o ufacık sahnede olup biten ne varsa dekor varmışçasına seyirciye aktarıldı. Kostümler başarılıydı. Oyunculuklara söyleyecek olumsuz hiçbir şeyim yok. Melis Birkan ve Mert Fırat o aptal ve karşılıksız aşık rolünü mükemmel çevirdiler. Thesesus rolündeki Timur Acar için de mükemmel bir iş çıkardığını hatta akşamın yıldızı olduğunu söyleyebilirim.
Hep Shakespeare oyunlarının sıkıcı olduğunu, uzuuun tiradlar ile insanları bıktırdığını söylerler. Aksine, oyun öyle hızlı ve canlı aktı ki, atılan uzun tiradlar ve başı sonu belli olmayan cümleler bile hızla anlam kazandı.
Moda sahnesi, sahne düzeni olarak daha önce gördüğüm sahnelerden farklı. Sahne ortada ve seyircileri A blok ve B blok olarak iki yana yerleştirmişler Oyuncular da ona göre iki yöne bakarak da oynadılar.


Ah, afişe biraz olsun baksaydım sadece o eşek kafasından Bir Yaz Gecesi Rüyası olduğunu anlayabilirdim. Yaptığım hatadan pişman olduğumu söyleyemem. Levent Üzümcü'yü de Devlet Tiyatrolarından uzaklaştırılmadan evvel izleme fırsatı elde etmiş oldum böylece iki büyük oyuncuyu aynı rolü devleştirirken seyredebildim. 
"Senin erdemin benim ayrıcalığım
    Çünkü bana göre bütün dünya sensin
    Yani nasıl yalnız olurum bütün dünyanın
    Gözü bana çevrilmişken?"