18 Nisan 2017 Salı

Bonjourne Venise!

Academia Köprüsü'nden Büyük Kanal
1. Sular altında kalmadan görmeniz gereken Venedik'e diğer şehirlerden trenle ulaşacaksanız Santa Lucia Tren İstasyonu'nda ineceksiniz.
2. Venedik'e ilk kez geliyorsanız, istasyondan çıkar çıkmaz kanal manzarası ile karşılaşıp neye uğradığınızı şaşıracaksınız.
Venedik, kanallar üzerine kurulmuş miniminnacık bir şehir. Hepimiz, filmlerden, fotoğraflardan defalarca kez gördük ama canlı canlı görmek inanılmaz.
Cumartesi ulaştığımız için olsa gerek sokaklar epey canlıydı. Venedik'te yön bulmak da kaybolmak da garip bir şekilde çok kolay. En azından yön bulmanın aşırı kolay olduğunu düşünmüştüm ilk günün ilk dakikalarında çünkü otelimi bulmak çok kolay olmuştu. Ama hiç de öyle değilmiş. Venedik tam da sonu kanal olan çıkmaz sokaklarında kaybolmalıkmış. 
Rialto Köprüsü
Venedik'e Pisa'dan geçtiğimiz için hava kararmadan birkaç saatimiz vardı ve biz de olabildiğince çok yer görerek ertesi günkü rotamızı çizelim dedik. Deli gibi aç olduğumuzdan pizza derdine düştük. Take away pizza olayına o kadar alışmışız ki farkında olmadan İtalya'da yediğimiz en iyi pizzaları (Rizzo) almış kanal boyu yürüyerek gündüzün son saatlerinde Rialto Köprüsü'ne ulaşmıştık bile. Venedik başlangıçta kolay görünse de biraz karışık, dolayısıyla ellerinde haritalarla dolaşan kafası karışmış turistler için her yerde San Marco Meydanı ve Rialto Köprüsü için tabelalar var. Zaten kaybolsanız da bir şekilde bunlardan birine çıkıyorsunuz. 
Venedik'in ekonomik yakası ile çarşı kısmını birbirine bağlayan Rialto Köprüsü'nün yerinde önceden ahşap köprüler varmış. Zamanla bu köprülerin çürümesinden dolayı Antonio da Ponte bu taş köprüyü inşa etmiş ve Academia Köprüsü yapılana dek kanalın iki yakasını birbirine bağlayan tek köprü görevi görmüş. Köprünün üzerinde kartpostallar, Murano camlarından takılar, bardaklar, deri çantalar alabileceğiniz dükkanlar var. En üst kısmından ise Büyük Kanal'ı seyredebiliyorsunuz. Yine de küçük kanalları birbirine bağlayan onlarca köprüden daha çok etkilendiğimi söylemem gerek. Bir yandan rehberimizden bunları okurken dolaşmaya devam ettik. Kısa keşif turumuzu San Marco Meydanı'nı görerek sonlandıralım dedik fakat hava kararmaya başladığından biraz zor bulduk. Venedik'te ilk kaybolmamız şehrin kolay olduğunu düşünmemden birkaç saat sonra olunca, söylenenlerin doğru olduğunu anladım. Daracık sokaklara girdik ve klasik müziğin sesine doğru yürüyüp San Marco'ya çıktık. Öyle büyüleyici bir meydan ki, San Marco Bazilikası, Çan Kulesi, Dükler Sarayı ve klasik müzikle film sahnesi gibiydi. Rehberden Bazilika ve Çan Kulesi ile ilgili bilgiler okudukça sonraki günler defalarca yaptığımız gibi gündüz gözüyle gelip, Bazilika'nın içini de ziyaret etmek istedik. Romantik filmlerde olduğu gibi meydanda müzik eşliğinde dans eden çiftlere eşlik etmesek olmazdı. Meydanın yan tarafına doğru yürüyüp Ahlar Köprüsü'nü de gördük. Ahlar Köprüsü'ne bakan otellerden birinden kalabalık ve kostümlü bir ekip çıkıp teknelerine bindiler. Yeri gelmişken ekleyeyim. Her yıl Ocak, Şubat, Mart aylarına denk gelen Venedik Karnavalı'nın ortaya çıkışına dair ilginç bir efsane bulunmakta. 1348 yılında Venedik'te ortaya çıkan veba salgınından dolayı insanlar yaralarını gizlemek için çareyi maskelerde bulmuşlar. Zamanla bu maskeler Venedik'in simgesi haline gelmiş. Bu efsaneye alternatif olarak Venedik halkı arasındaki sınıf farkını kaldırmaya yönelik bir çaba olduğu da söyleniyor. 
Ahlar Köprüsü

Ardından yeniden Rialto'ya yürüyüp, dönüş yoluna geçtik. Yaklaşık on beş dakikalık bir yürüyüşün ardından Rizzo'ya ve otelime çok yaklaşmıştık. Yol boyu birçok insanın elinde gördüğümüz al götür usulü bir patates kızartmacısı görünce hemen aldık ve yürürken yedik. Venedik'e giderseniz atıştırmak için epey mantıklı bir yer Queen's Chips. Daha sonra Verona ve Milano'da da görüp sık sık yediğimiz patatesleri çok beğendik. Venedik'e dair ilk günden son güne dek beni dehşete düşüren bir şey oldu. Ara ve dar sokakların çoğunun sonu kanala çıkıyor ve bunlardan hiçbirinde koruma, demir vs yok. Yani yanlışlıkla kanala düşmemek işten değil. Zaten dapdar sokaklar akşam vakti aşırı karanlık oluyor, dikkat etmekte fayda var.
Ertesi günün sabahın ilk ışıkları ile kendimizi yine Rialto'da ardından da San Marco Meydanı'nda bulduk. Daha önce de önünden geçtiğimiz ama bar sandığımız ufak bir mekan gündüzleri çeşit çeşit meyve suları satan bir yere dönüşüyormuş meğer! Adı Frulala ve önünden geçen herkese shot bardaklarında tadımlık meyve suyu ikram ediyorlar. Üstelik size içirdikleri rengarenk şeyler hakkında bilgi vermeyi de ihmal etmiyorlar. Akşamları ise alkollü koyteyleri var. İçtiğim en güzel şeylerden birisiydi sanırım. Venedik'teki bütün günlerimizde sürekli içtik.
Bir önceki akşam Ahlar Köprüsü ve meydanda uzun zaman geçirememiştik, şimdi tadını çıkarma zamanıydı. Barok mimarisinin örneği olan taş Ahlar Köprüsü eskiden mahkum edilen kişilerin duruşmadan sonra hapse götürüldükleri köprüymüş. Konsey karşısına çıkacak mahkumlar ile sorgudan dönen mahkumların karşılaşmaması için de iki paralel geçit şeklinde tasarlanmış.
Büyük Kanal
Büyük Kanal etrafında da uzunca vakit geçirdikten sonra oybirliği ile kaybolmaya karar verdik. Kırmızı defterime, kırmızı banklarla, çiçeklerle bezeli evlerle dolu bir meydan olan Campo Bandiera e Moro o de la Bragora'dan (mimimi geç buraları geeç) yazmışım. Oradan Arsenale'ye yani Venedik Tersanesi'nin olduğu bölgeye çıktık. Burası Venedik İmparatorluğu döneminde, savaş gemilerinin toplanma yeriymiş. Kanallar sanki biraz daha genişti bu bölgede, belki de bana öyle gelmiştir.
Dönüş yolunda ellerimizde kocaman pizzalar ile yürürken gözlerim fıldır fıldır makarna yiyecek bir yer arıyordu. Ertesi gün birinde meşhur İtalyan makarnasını tatmak üzere iki mekanı (Stefano ve Dal Moro's Fresh Pasta to go) gözümüze kestirdik. Yol üzerinde 9. yy'dan kalma San Zaccaria (Zekeriya) Kilisesi'ne girdik. Kuytu köşelerde kalmış yapılara şöyle bir girip bakmaya bayılıyorum. Değişik bir kiliseydi.
Venedik çevresinde tam bir tur attığımız o gün, bir sanat okulu olarak kurulan, güzel sanat eserlerinin ve heykellerin sergilendiği Accademia'ya da gittik. Accademia'ya giriş ücretli ama bazı özel günlerde ve bazı saatlerde ücretsiz girebilirsiniz. Takip etmekte fayda var. İçeride Aziz Markos'un Kaçırılışı, Fırtına, Kutsal Bakire'nin Taç Giymesi gibi meşhur eserler var.
Artık San Marco Bazilikası'nın içine girme zamanı gelmişti. San Marco Bazilikası Venedik'in zenginlik ve gücünün bir simgesiymiş ve altın kilise olarak da biliniyormuş.Bazilikanın tepesindeki dört at heykeli ise 4. Haçlı Seferleri sırasında Konstantinopolis'ten yağmalanarak getirilmiş. Şimdi içeri girme zamanı.
Bazilikaya çanta ile girilmiyor. Çantalarınızı ya sizi yönlendirdikleri yere bırakmalı ya da yanınıza almadığınız bir an girmelisiniz. Bazilikaya girdiğimizde ben pek büyülenemedim açıkçası. Tavandaki mozaikler inanılmaz ve görülmeye değer ancak dış cephenin heybetli büyüsüne kapılıp çok beklentiye girmeyin. Çan Kulesi'ne veya Bazilika'nın tepesine çıkabilir ve Venedik'e bir de oradan bakabilirsiniz.
San Marco'yu terk edip Büyük Kanal'ın diğer yakasına geçtik ve İtalya'ya geldiğimizden beri herkesin ama herkesin içtiği o turuncu, şeker kokteylden içtik. Amacımız bu değildi lakin acayip de merak ediyorduk. Garsona tatlı bir şeyler içmek istediğimizi söyleyince bir de baktık bizim turuncu geliyor. Meğerse adı Sprtiz'miş. O kadar sevdim ki İstanbul'a döndüğümde yapacağıma söz verdim (-ki epey kolay) Spritz'i aynı zamanda marketlerde yapılmış olarak da bulabilir ve depolayabilirsiniz.
Spritz
Gondollar

Rialto ve Kanal manzaralı birkaç saat ile günü bitirdik. Bir sonraki günün bir kısmını Burano Adası'na ayırdık. Burano beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Venedik'te göreceğim en güzel yerlerden birisi olacağını umuyordum. Belki Burano için ayrı bir yazı yazarım. Rengarenk evlerle dolu, dingin bir ada. Yazın eminim çiçeklerle bezeli ve cıvıl cıvıl oluyordur. 

Makarna yiyeceğimizi söylemiştim! İki mekandan önünde sıra olan ve sokağa kadar kokusu yayılan makarnacı Del Moro'yu seçtik. Harika bir şey yiyeceğim aman allahım diye heyecanla penne ve kalamar soslu makarnalarımızda kanal kenarına oturmuştuk. Yazarken bile gözlerim yaşarıyor ama İstanbul'a döner dönmez lazanya ve domatesli peynirli makarnamdan yaptığımı söylesem durumun vehametini anlatmaya yeter galiba. Böylece İtalya'da makarna yememeye karar verdik. Siz yine de yiyin. Belki şanssız günümüzdeydik. Venedik'in son akşamını yeniden San Marco'ya çıkarak değerlendirdik. İlerleyen saatlerde yine ara sokaklarda kaybolduk ve itiraf etmem gerekirse gece bu şehir ürkütücü. İtalyanlar dükkanlarını erkenden kapatıp evlerine dağılıyor.
Venedik'e kaç gün ayırmalıyım derseniz bize 3 gün fazla bile geldi. Bizim tempomuz aşırı hızlıydı, koşar adımlarla yürüyen bir insan için 3 gün sürekli aynı yerlere çıkmak ve bir yerden sonra kaybolamama sorunsalı yaşamak için normal. Ama yavaş tempoda, her yere vakit ayırarak dolaşmak isterseniz daha fazla kalabilirsiniz.
Venedik'ten ayrılır ayrılmaz ilginç bir özlem hissine kapılmak için hazırlıklı olun.

14 Nisan 2017 Cuma

İKSV Film Festivali '17 "Benim Mutlu Ailem"

Film Festivali'nin sonuna geldik ve ben harika bir filmle kapanışı yaptım. Festival kapsamında altı film seyretme şansım oldu ve bunlardan dördü beni epey tatmin etti. Bugün ise kadrajımda Sofya En İyi Yönetmen Ödülü'nü almış Gürcü yapımı dram filmi "Benim Mutlu Ailem" var.
Gürcistan aslında bize pek de uzak bir kültür değil. Toplumsal yapıları, konuşmaları, aile bireyleri, hatta sokaklar ve evler bile tanıdık sanki. O yüzden filmi seyrederken içimizden birilerinin hayatına tanık oluyormuşum gibi hissettim ve iki saatin nasıl geçtiğini anlayamadım. 
Manana 50'li yaşlarında ve yaşadığı hayattan pek de memnun olmayan bir edebiyat öğretmeni. Uzun zamandır aklında olan ama gerçekleştirmeye korktuğu planlarını, hayatını değiştirebilmek adına aldığı kararları insanların ne düşüneceğine aldırmadan, yaşının verdiği kararlılıkla hayata geçiriyor. Anne, babası, kocası ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı evin karmaşasıdan, mecburiyetlerinden sıyrılırken ailesi ile bağlarını koparmamaya çalışan Manana'nın yepyeni hayatını, özgürlük bayrağını çekerek kuruşuna tanık oluyoruz. Hayattan biraz da olsa yalnız kalmaktan başka bir beklentisi olmayan bu güçlü kadına ufacık bir koltuk, saksıda yetişen domatesler ve sık sık yediği meyveli pastanın yettiğini görüyor ve biz acaba hayattan ne bekliyoruz diye sormadan edemiyoruz.  Benim Mutlu Ailem, insanın kendini sorgulaması için de, tanıdık birkaç hayata tanık olabilmek için de izlenesi bir film. 

11 Nisan 2017 Salı

İKSV Film Festivali '17 "Amerika Meydanı"

Günümüzün ve belki de insanlık tarihinin en büyük problemlerinden olan ırkçılık ve mültecilik kavramlarını hayatın o kadar içinden bir bakış açısı ile kaleme almış bir film seyrettim ki, etkisinden hala çıkamadım.

Amerika Meydanı, en iyi kurgu dalında İris Ödülü'nü almış bir Yunan filmi. Kızıyla beraber Atina'yı ülkelerindeki savaştan Avrupa'ya kaçmak için bir durak olarak kullanma amacında olan bir Suriyeli baba, bir dövmeci ve başka milletlerden sürüyle insanın ülkesindeki sosyoekonomik dengeyi bozduğunu düşünen ve bu sorunu kişiselleştiren ırkçı bir Yunan milliyetçisi gibi birbirinden farklı birçok insanın hayatlarını tek bir noktada kesiştiren bu filmde, kurgunun zorlama karmaşıklığının rağmen, seyirciye aktarılışındaki basitlikten hoşlandım.

Eminim ki (daha doğrusu umuyorum ki) salondaki birçok kişinin kendini sorgulamasına, özellikle Türkiye gibi bir ülkede, yaygın ayrımcılık ve mültecilere bakış açısını değiştirmeleri için bir adım atmalarına neden olmuştur Amerika Meydanı. Dün seyretmeye tahammül dahi edemediğim Manifesto filminden sonra ilaç gibi geldi.

6 Nisan 2017 Perşembe

İKSV Film Festivali '17 "Paris Büyüsü"

Eğer Amerikan sinemasının klişelerinden, güç gösterilerinden, yakışıklı ve güzel oyuncularla dolu kadrolarından, sıkıcı müziklerinden, renksiz sahnelerinden sıkıldıysanız size bir önerim var! Paris Büyüsü. Rengarenk, sıcacık, komik ve mükemmel müziklere sahip bir film. Her zaman şehirleri ön plana alan, sıradan insanların hayatlarını gözler önüne seren gerçekçi ve dramatik filmleri sevmişimdir. Ancak Paris Büyüsü biraz da olsa fantastik ögeler içeren ve absürt komedi tadında bir film. Yine de dramatik ve psikolojik şeyleri de farklı bir bakış açısı ile ele alarak ve insanları gülümseterek anlatabilmek gerek bazen.
Aynı zamanda filmde başrolü paylaşan yönetmen Abel ve Gordon ikilisi bize kısa bir Paris turu yaptırıyor hatta Eyfel'in tepesine bile çıkıyoruz onlarla, Seine Nehri'nde vapura biniyoruz ve Paris'te yaşlı, biraz da deli halasını aramakta olan Fiona ile evsiz Dom'un hayatlarına bu şekilde tanık oluyoruz. Fiona'nın başına gelen her şeyi kabullenerek Martha'yı aramaya devam etmesi ve umudunu asla yitirmemesi gerçekçi ama bir o kadar da hüzünlüydü.Hayatın bize neler getireceğini asla bilemeyiz, bazen kaybettiğimiz şeyler bir şekilde bize yenilikler getirir, bambaşka insanlar buldurur. Belki de Fiona için, Dom öyledir. Sahneler öyle kesip kartopostala koymalıktı ki simetrisiyle ve renkleriyle biraz Wesley Anderson tadı aldım. Belki de o yüzden çok ısınmışımdır diyorum. Uzun zamandır kahkahalarla güldüğüm bir film seyretmemiştim. Festivallerde yakalarsanız bu hıphızlı ilerleyen filmi kaçırmayın derim.

4 Nisan 2017 Salı

Tiktak

Tiktaksaatyedikırkbeş. Uyan.Yüzüne buz gibi suyu çarp ve dolaptan ilk çektiklerini giy. On beş dakika metroya yürü ve yürürken o koskocaman, yüksek, üzerinde büyük biraderin bizi izlediğini hatırlatmak istercesine devasa asılmış posterlerle dolu binaların arasından işlerine gitmekte olan kırmızı topuklu ayakkabılı, sükseli kadın ve film afişinden fırlamış parlak iskarpinli, çantaları pis kokan adamların lüks arabalarıyla ya da yürüyerek yanlarından geçişini seyret. Tiktaksaatsekiz. Geç kalıyorsun ama aldırma. Metroya yürürken iki yılda gözlerinin önünde büyüyen,en fazla yedi yaşında olduğunu düşündüğün ama aslında on bir yaşında olan o dilenci çocuğun yine aynı yerinde oturuşunu ve boşvermiş bir tavırla kimsenin yüzüne bile bakmayışını seyret. Neden her şey bu kadar hızlı değişiyorken bazı şeyler yerinde sayıyor?Acı. Para verip vermemek arasında kal. Ama sonra yürü, git. Tiktaksaatsekiziüçgeçiyor. Acelen var ama metroda solda durmakta inat eden insanlar yüzünden yürüyen merdivenin yavaşlığında aşağı iniyorsun ve bu yüzden metronun gidişini işitiyorsun.

Haftada üç gün kumar oynuyorsun. Kumar mekanın Vezneciler metro. Her gün yüzlerce insanla aynı metroya biniyorsun ve kulağında güzel sesli bir kadın bağırırken o yüzlerce insandan ne farkın olduğunu düşünüyorsun.Herkesten biraz daha hızlı adımlarla çıkıyorsun binerken çıkışa daha yakın inmeyi hesap ettiğin vagondan. Tiktaksaatsekizotuziki. Belki de farkın budur. İki seçenek var: Ya on adım fazla yürümeyi göze alıp dört asansörün olduğu çıkıştan çıkacaksın ya binememe ihtimalinin yüksek olduğu tek asansörlü çıkıştan. Sen haftada üç gün bu kumarı oynuyorsun. Ve her defasında kaybediyorsun. Öyle bir yürümek ki bu bitmek bilmiyor, üstüne bir de güne başlamadan seni bitiriyor. Aldırma. Bir sıra kontrolden, cihazdan geçip o yüksek duvarlı, çok güvenli okuluna giriyorsun. Yıllar ne çok şeyi değiştiriyor. Bahçesinde aylak aylak dolaşıp, çimlere uzanıp kitaplar okuduğun, kapısını seyrettiğin, kedileriyle konuştuğun okuldan ne zaman çıkacağını hesaplıyorsun girer girmez. Tiktaksaatsekizkırkdört. Tostçaysigaraders. Eve dönerken ekmek alacaksın, unutma. Unutuyorsun.

2 Nisan 2017 Pazar

Michaelangelo'nun Şehri Floransa

Duomo
İtalya'da trenle şehirlerarası geçiş dünyanın en kolay seyahati sanırım. İki firma şansınız var; birisi Italo, bir diğeri de bizim TCDD görevi gören Trenitalia. Biz ilk seyahatimizde Italo'yu tercih ettik ki zaten her yere giden bir firma değil. Bileti önceden internet üzerinden aldığımız için yalnızca Italo bilet makinelerinden çıktı almak yetiyor. (hatta ona bile gerek yok.)
Kısa bir tren yolculuğundan sonra, sanatla dolu yüze yakın müze ve sanat galerisine ev sahipliği yapan, birçok sanatçının şehri olan Floransa'ya ulaştık.
Santa Maria Novella istasyonuna inince şehrin ne kadar küçük olduğunu hemen anlıyorsunuz. Kaldığım otel Duomo'ya yürüyerek beş saniye falan olduğu için hemen yola koyuldum. Çok büyük bir beklenti içerisinde olmama rağmen Duomo'yu görünce kitlenip kaldım. Renkli mermerlerden yapılmış Floransa'nın en yüksek bir yapısı gotik mimarinin bir örneği. 107 metre uzunluğunda ve renkli bir dış cepheye sahip. Renkleri, kubbesi, büyüklüğü ile beni büyüledi. Floransa'da iki günümüz olduğu için rastgele ara sokaklara daldık. Başlangıçta gözüme Roma'ya kıyasla daha cansız gibi göründü ama sokaklara girip çıktıkça fikrim değişti. Her sokak, her köşe çok güzel ama trafik problemi var sanırım. Bir de birkaç yerde yol çalışması ve restorasyona (Hem de Duomo'nun bir kısmının restorasyonda olması!) rastlayınca epey şaşırdık çünkü Roma'da böyle bir şeyle karşılaşmamıştık.
Ponte Vecchio
Panjurlu evlerle dolu dar sokaklarda ilerledik ve sonraki günlerde bulmak için epey çaba sarf edip müptelası olduğumuz harika bir pizzacı bulduk. Ardından Galileo Müzesi ve Uffizi'nin önüne doğru çıktık ve Ponte Vecchio'ya yürüdük. İlk gün bizim için biraz hızlı bir şehir turu oldu. Arno Nehri'nin iki yakasını birleştiren köprü çok tatlı ve renkli, üzerinde ise sıra sıra bir sürü kuyumcu bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı'nda Floransa'nın tüm köprülerinin bombalanarak yıkılmasına rağmen Vecchio Köprüsü bombalanmamış. Akşamları kuyumcuların kapanmasıyla beraber şaraplarını, pizzalarını alan bu köprüye gelip Floransa'nın müzisyeni Claudio Spadi'nin canlı müziğinin tadını çıkarıyor ve köprü daha da canlanıyor. 
Palazzo Pitti
Nehrin diğer yakası daha dingin ve düzenliydi sanki. Tam bir bahar havası vardı ve Palazzo Pitti'nin önünde güneş alan bir yere oturduk. İtalya gezim boyunca aylak aylak oturmaktan en çok keyif aldığım noktalardan birisi oldu Pitti Sarayı'nın önü. Zira Floransa çok küçük ve bu şehirde acele etmeye hiç gerek yok. Yalnız da değildik üstelik. Güneşin tadını çıkarmak isteyenlerin uğrak noktası burasıymış meğer. Bu yakada mutlaka görülmesi gereken pek bir yer yok aslında. O yüzden vakit kaybetmeden nehrin diğer yakasına döndük ve kartpostallar aldık. 
Postcards from Firenze

Floransa'nın akşamını görmek için bir de akşam keşfine çıktık. İkinci gün planımızın parçası olan yerlerden Palazzo Vecchio'yu, önündeki Davut heykelinin bronz bir kopyasını, köprüyü akşam gözüyle gördük ve Duomo'nun içerisine girdik. Tam da rehberde yazdığı üzere o ihtişamlı yapısı ve renklerine karşın çok daha sade bir şey bekliyordu bizi içeride. 
Floransa sanki tüm tarihi yapıların bir araya toplandığı ufak bir kasaba. (Aslında şehir olarak çok büyük fakat gezmek için tarihi merkez ve çevresinden başka bir yer yok.) Görmeniz gereken her yeri yürüyerek bir gün içinde görebiliyorsunuz. Bu yüzden insanlar genellikle İtalya gezilerinde Floransa'ya çok kısa bir zaman dilimi ayırıyorlar. Ancak ben buraya iki gün ayırdığım için mutluydum. O iki gün dolduğunda da gitmeye hiç niyetim yoktu doğrusu. 

Floransa akşamını Duomo'nun önündeki bir pizzacıda (kötü bir tecrübeyle domuz etinden dolayı sürekli vejetaryen pizza kovalamayı öğrenerek) sonlandırdık. Yine de Duomo'yu izleyerek yemek yemek çok zevkli. 
İkinci gün kendimizi yine köprüde bulduk. İtalya'daki ikinci dondurmalarımızı köprü üzerindeki renki evleri izleyerek yedik ama bu da dahil hiçbirisi Roma'nın yerini tutmadı. 

Uffizi Gallery
Santa Croce'yi görüp Dante heykeline bir bakın derim. 
 Ardından Palazzo Vecchio ve dünyanın en eski sanat galerisi olan Uffizi'ye yürüdük. Uffizi'nin içine girmedik fakat avlusundaki heykeller bile bizi bu denli hayrete düşürürken içeriyi dolaşmak nasıl olurdu diye düşünmeden edemedik. Leonardo Davinci, Donatello, Macchiavelli, Galileo, Vespucci gibi birçok kişinin heykelini görmek mümkün. Palazzo Vechhio'nun önünde Michaelangelo'nun Davut heykellinin bir kopyasını görebilirsiniz. 


Vecchio Sarayı ve Davut

Heykelin aslı, Akademi Galerisi'nde sergileniyor ve şehirde 2 adet de kopyası mevcut. Birisi sarayın önündeki bronz kopya iken, diğeri ise Floransa'nın eşsiz manzarasını seyretmek için çıkabileceğiniz ve diğer heykellerini de görebileceğiniz Michaelangelo Tepesi'ndeki mermer kopya. Mutlaka o tepeye çıkın, Floransa manzarasını fotoğraflayın ve çıkmışken şehrin en yüksek noktasına kurulmuş olan kilise San Miniato Al Monte'yi görün. Bu kilisenin bahçesinde mezarlık bulunuyor ve bizim Pinokyo masalı ile bildiğimiz Carlo Collodi gibi şehrin bazı önde gelen isimlerinin mezarı bulunuyor. Burası sanırım hayatımda gördüğüm en güzel mezarlıktı. Mezarlık nasıl güzel olabilir bilmiyorum ama buraya bir fotoğraf bırakmakla yetineceğim.
Michaelangelo Tepesinden Floransa 






Rönesansın beşiği, Michaelangelo'nun Leonardo Da Vinci'nin doğduğu Floransa müzelerin, yeşil panjurların, güzel bisikletler ve köprülerin, harika müzisyenlerin şehri. Buraya veda etmek zor oldu. Floransa'ya ilk merhabamızı Ponte Vecchio ve Palazzo Pitti'de yaptığımız için vedamızı da o şekilde yaptık.












Mezarlık
Floransa Sokakları



Küçük Ülke Vatikan

Bazilikanın Tepesinden Vatikan Manzarası

Vatikan Roma'nın içerisinde bulunan ve dünyanın en küçük yüzölçümüne sahip (1,5 kilometrekarelik) ufacık minicik 500 nüfuslu bir ülke. Roma'ya yolunuz düşerse mutlaka bir gününüzü ayırın zira San Piedro Meydanı, Bazilikanın içerisinde bulunan birbirinden değerli rönesansın doğuşunu sağlayan eserler ve Bazilika'nın tepesinden gözüken Vatikan manzarası için değer.

San Pietro Meydanı
Sabah çok erken bir saatte yola düştük. Roma’da birçok yerde saçma sapan küçücük bar tarzında kahve dükkanları var ama daha sokağa adım attığınızda kokusunu alıyorsunuz ve birden kahve gurmesiymişçesine havalı bir şekilde espresso isterken buluyorsunuz kendinizi. İtalya’da kahvaltı diye bir şey olmadığı için (-ki en en en çok sinirimi bozan şey bu oldu sanırım) biz de bu kahvecilerden birisine girip kruvasan ve kahve ile kahvaltı yaptık. Kahve mükemmel ki zaten İtalya’da kahve olayı bir milli mesele haline gelmiş. Venedik’te başlayan kahve akımı zamanla İtalya’nın geneline yayılmış ve İtalya espresso bazlı kahvelerin yaratıcısı haline gelmiş.

Haritadan incelediğimde (-İstanbul'da en az üç aktarmaya alışkın bünyem yüzünden) Vatikan'a yürümek gözümde büyümüştü ancak hiç de zor değil. Vatikan’a doğru yürürken Tiber Nehri’nin diğer yakasına geçiyorsunuz ve köprü seçimi bence burada çok önemli. Biz nasılsa dönerken geçeriz diye meşhur Sant Angelo Köprüsü’nü değil Umberto Köprüsü’nü kullandık.  Roma merkezinden kaptırdık ve yaklaşık 1 saatlik bir yürüyüşün ardından ünlü mimar Bernini’nin tasarladığı San Piedro meydanı tüm ihtişamı ile karşımızdaydı.

Bazilika ve ben (sağdaki ben)

Papa her Çarşamba sabah 10'da konuşma yapmak için ekibiyle (evet ekibiyle) beraber Bazilika'nın önünde oluyor. Şansımıza günlerden Çarşambaydı.(-tamam rehberden okuyup Çarşamba gününe denk getirmiş olabiliriz.) Papa yaklaşık 1 saat konuştu ve konuşması farklı dillere çevrildi. Netice itibariyle bu gözler Papa gördü. (niçin gördü, nasıl gördü, neden gördü?)

Bazilikanın kapıları saat 1’de açılıyordu ve biz de o saate dek San Piedro meydanında, Aziz Pavlus heykelini, Bazilikayı inceleyerek meydanda işaretli bazı noktaların içinde durup sütunlara baktığımızda 4 sütunun tek bir sütun gibi göründüğü noktalarda durup sütunları seyrederek vakit geçirdik.
Bazilika
Bazilika için epey sıra vardı ama içeriyi görmek için değer. İtalya seyahatim boyunca her gittiğim katedralde bu büyüleyici havayı aradım ama sadece Milano Katedralinde yakalamış olabilirim. Tarif etmem imkansız sanırım çünkü gerçekten görmeye değer, buraya bir iki fotoğraf bırakıyorum yalnızca. İçeride ayak kısmı milyonlarca ziyaretçinin dokunması nedeniyle aşınan St Peter heykeli, 150’ye yakın Papa mezarı,  Michaelangelo’nun imzasını attığı tek heykel olan Pieta’yı görebilirsiniz. İnsan neler yapabiliyor hayret. 




Bazilika

Bazilika'nın tepe kısmına çıkış için iki seçeneğiniz var: Asansör ve merdiven. 491 basamağı neredeyse 15 dakika aralıksız bir şekilde çıkarak tepeye ulaşıyorsunuz. Merdivenler sadece tek bir insanın geçebileceği kadar dar ve bazı noktalarda daha da daralıyor (neyse ki ben küçüğüm nımnımnım)
Yerden 137 metre yukarıdan o meşhur Vatikan fotoğrafını çekebilirsiniz.  Uzunca bir süre o muazzam manzarayı panoromik olarak seyrettik ardından Kubbenin göründüğü bir alt kısma indik. Kubbeyi yine Michaelangelo tasarlamış, ömrü yetmediği için de sadece bir kısmını kendi yapmış. Kubbenin altında pizzalarımızı yedik (Evet orada da pizzacı var, imdat!) ve bir süre güneşte oturduk. Bazilika keyfi bittikten sonra zar zor tırmandığımız merdivenleri bir solukta indik. Planımız Vatikan Müzesi'ne girmekti ancak giremedik. O kadar üzgünüm ki bir sonraki Vatikan seyahatim için bu bir bahane oldu diyerek kendimi avutuyorum. 
Castel San Angelo



Son olarak gelirken de gördüğümüz, Cem Sultan'ın esir olarak tutulduğu ve karışık siyasi dönemlerde Papa'ların ikamet ettikleri Castel San Angelo'yu heykellerle donatılmış köprüden fotoğrafladık. Köprüden görünüşü gerçekten çok etkileyici ancak Vatikan telaşı ile çok da hakkını verebildiğimizi düşünmüyorum bu güzel kalenin.