27 Nisan 2016 Çarşamba

Sartre, Bulantı ve Varoluşçuluk

Yüzlerce suratın arasından geçip, evime ulaşmak için metroya bindiğimde  Roquentin'in kapıldığı cinsten bir bulantı kapladı içimi. Tam karşımda oturan, sabahın en erken saatinde kalkıp hazırlanıp, janti takımını çekmiş, lacivert çoraplarını ve cilalanmış parlak ayakkabılarını giymiş, deri evrak çantasını almış yaşlı adamı gördüğüm anda. Bir günlük tutsam ve yaşadıklarım yerine içimi kaplayan, gün geçtikçe artan bu bulantıyı karalasam ortaya bir bulantı kitabı çıkarmaya yetmem.
Bulantı, Fransız düşünür J.P Sartre'ın yazdığı ilk edebiyat eseri. Sartre fikirlerini hayatının son demlerine kadar varoluşçuluk akımı etrafında şekillendirmiş, Bulantı'da da bunun izlerini açıkça görüyoruz. Varoluş kavramı ve bu felsefi akımın dayadığı düşünce nedir peki? Varoluşçuluk,bireyin varoluşunun özden önce geldiğini söyler. Birey, varoluşu etrafında şekillenir. Sartre'a göre insanın kaderi önceden belirli değildir ve bireyin özü insanın kendi kararları ile şekilleneceği bir yöne götürecektir onu. Yaşamı anlamlandırma gerçeklik temelinde mümkündür. Varız, ve varlığımızın bir anlamı yok. İnsanı tanımlayansa onun verdiği karalardır. Bu akım, bireyin toplumdan kendini soyutlayarak, anlam arayışına girdiği ve bununla beraber umutsuzluğa sürüklendiği bir akım gibi gözükse de Sartre bir röportajında hayatı boyunca kendisini bir gün bile ümitsiz hissetmediğini söylemiş. Zira varoluşçuluk tanımında "İnsanın yaşamına yol veren ve her gerçeğin, her eylemin bir çevreyi, bir insancıl öznelliği kucakladığını gösteren bir öğreti" olduğunu da belirtmiş. Varoluşçuluğun bireyin maddi varlığına bir anlam katma çabası olduğunu düşünüyorum.  Varoluşçuluğu anlamak için Le mur" (Duvar) isimli kitabının önerildiği bir yazı okumuştum. Ayrıca bu akımın öncüsü Sartre 'ın hayatının sonuna doğru varoluşçuluk akımını terk etmiş olduğunu biliyorum (hatalıysam düzeltin)Bulantı'nın temelinde bir çaresizlik hissi var. Ana karakter Roquentin'in dünyaya beslediği tiksinme hissi. Karakterin varoluşçu düşünceler temelinde değişimi gözlemliyoruz.

Şüphesiz okuduğum en iyi kitaplardan birisi Bulantı, o yüzden altını çizdiğim birkaç yeri eklemek istiyorum. 
"Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık.""İnsan yalnız yaşayınca, bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor, dostlarla birlikte, inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor.""Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek.""Bu sokakta katil de, öldürülecek adam da bulunmadığı için cinayet işlenmez.""Oysa ben üç yıldan beri öyle durgun bir hayat yaşıyorum ki! Bu acıklı yalnızlıklar bomboş bir katışıksızlıktan başka bir şey vermez bana."
"Anılarımı yormak istemem. Ama bu çabam boşa gidiyor, onları yeniden hatırladığımda, birçoğunun donup kalmış olduğunu görüyorum."
"Şimdinin içine fırlatılmış, orada kalmıştım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum."
"Yalnızım şimdi ama yapayalnız değilim, O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor."
"Farkında olmadan kendisine her leyden çok bağlandığım bir şey vardı."
"Bir şey sona ermek için başlamıştır."
"Her ana bütün varlığımla sarılırım.Onun yerine başkasının konulamayacağını, onun başkasına benzemediğini bilirim.Ama onu yitip gitmekten alıkoymak için de  bir şey de yapamam."
"Bir kadın, bir dost, bir kent bir kerede terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten."
"Susmak onların doğal hali sanki. Konuşmak da ara sıra geçirdikleri bir nöbet."
"Hiçbir şey değişmedi ama yine de her şey bir başka biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen benim. Bir roman kahramanı gibi mutluyum."
"Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim."

"Anny, zamanın sunabileceği her şeyi zamandan koparmasını bilirdi. O'nun Cibuti'de, benim de Aden'de kaldığım sıralarda, bir günlüğüne onu görmeye giderdim. Dönüşüme bir saat kalana kadar Anny, yirmi dört saatin yirmi üçünü boş yere harcatmak için bir yığın tatsızlık çıkarırdı. Saniyelerin tek tek geçtiğini insan işte bu son altmış dakikada anlar, duyar. Bu korkunç akşamlardan birini hatırlıyorum şu an. Geceyarısı dönmem gerekiyordu. Bir yazlık sinemaya gitmiştik, ikimiz de umutsuzduk. Ne var ki zamanı yöneten oydu. Saat on birde, asıl film başlarken, tek bir sözcük söylemeden elimi avuçlarına alıp sıktı. Buruk bir kıvançla dolduğunu duydum yüreğimin ve hiç bakmadan, saatin on bir olduğunu anladım. İşte bu andan sonra zamanın dakika dakika akıp gidişini duymaya başladık. Bu kez üç aylığına ayrılıyorduk birbirimizden. Bir ara beyaz perdede ışıklı ak bir görüntü belirdi, bu yüzden salondaki karanlık azaldı, Anny'nin ağladığını gördüm. Sonra tam geceyarısı, son bir kez iyice sıktıktan sonra bıraktı elimi, kalktım, tek bir söz etmeden ayrıldım. Güzel bir iş yapmıştı."
"Geçmişte kalan bir kimseyi düşünmek bile elden gelir mi acaba? Birbirimizi sevdiğimiz sürece en önemsiz yaşantılarımızın en hafif acılarımızın bile bizden koparak geride kalmasına göz yummamıştık. Sesleri, kokuları, gün ışığüının küçük ayrımlarını hatta birbirimize açıklayamadığımız düşüncelerimizi bile alıp götürmüştük.  Bütün bunlar canlılıklarını yitirmediler. Bugün bile bize ya acı ya da sevinç veriyorlar. Bir anı değil, söndürülemez ve yakıcı bir aşk, geriye çekilmek, gölgeye ya da kuytuya sığınmak olanaksız."
"Hayatımla ilgili olarak bildiğim her şeyi kitaplardan öğrendim gibime geliyor.""Aileler anılarının ortasında, evlerinde bulunuyorlar şimdi. Biz de burada anısız, iki yıkıntıdan başka bir şey değiliz."
"Benim için hiçbir şeyin önemli olmaması çok acayip, korkuyorum bundan."“Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”
"Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar."
Kitapta geçen şarkı da burada;
https://www.youtube.com/watch?v=ijmpTlN3HRI


25 Nisan 2016 Pazartesi

Le magasin des suicides

En son izlediğim film Fransız yapımı hem müzikal hem animasyon olan İntihar Dükkanı. Orijinal adıyla 'Le magasin des suicides'.
İntihar etmenin yasak olduğu bir ülkede, insanların intihar etme yolunda malzemelerini temin etmek için geldikleri bir dükkanı işleten iki çocuklu bir aile üzerine kurulmuş bir konusu  var. Ailelerine katılan yeni birey Alan ile işleri tıkırında giden bu ailenin ve dükkanın değişimini gözlemleyeceksiniz. 1 saat 25 dakikalık kısa bir film. İzlerken hem eğlenceli vakit geçirebilir, hem hayat hakkında çıkarımlar yapabilir, hem de bir insanı intihar aşamasına dek getiren olaylar silsilesinin neler olabileceğine uzunca kafa yorabilirsiniz. Adından da konusundan da anlaşılacağı üzere kesinlikle çocuklara hitap eden bir film değil, bazı sahnelerini hayretle izledim. İlla ki bir en'ler listesine dahil etmem gerekirse izlediğim en farklı animasyonlardan birisi olduğunu söyleyebilirim.
Girişinde çalan şarkı ile filmin karanlığı hoş bir tezat oluşturuyor. Müziklerini beğendiğimi söyleyebilirim. Buraya da fragmanını bırakıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=EiFOs4cihXg


23 Nisan 2016 Cumartesi

Balat'a Giriş

Bugün Haliç kıyısında uzanan, İstanbul'un türlü güzelliklerini, zıtlıklarını, yaşanmışlıklarını, hikayelerini bir arada bulunduran semtte, Balat'taydım. Balat, tıpkı Karaköy gibi ikilemlerle dolu bir yer. Bir tarafta, vintage dükkanlarda, renkli ve düşünülerek tasarlanmış cafelerde bohem takılan genç kesim var bir tarafta ise Balat'ın yerlileri. Kuzguncuk insanı kadar semtlerine düzenlenen gezilerden bıkmamışlar belli ki.
Balat İstanbul'un eski yerleşim yerlerinden biri. İspanya'dan gelen Yahudilerin yerleşmesi ile oluşmuş bir Yahudi mahallesi olması, sanırım farklı ibadet yerlerinin bu denli çok olmasını açıklıyor. Ben birçok açıdan Kuzguncuk'a benzettim Balat'ı, farklı kültürlere ev sahipliği yapmış olması da bu açılardan birisi.
Balat'ta evler hep üç dört katlı, ince uzun yapılı, cumbalı tarzda. Tek tip. Sahilde yürürken başınızı kaldırdığınızda heybetli yapısı ile Özel Fener Rum Lisesi ve Ortaokulu'nu görüp o tarafa doğru yol almanız yeterli. Ara sokaklara girdiğinizde sizi karşılayacak şey, Naftalin Eskici Dükkanı olacak. 


Dışarıdan görüntüsü çok tatlı, içerisi ise oldukça loş hatta karanlık. Bir vitrinde eski fotoğraf makineleri var. Eski bisikletler, dolaplar ve kapısının önünde dolanıp duran kedi ile eskilere ilgi duyanlar için keşfedilecek bir yer.
Devam ettiğimde hemen karşısında Naftalin Cafe'yi görüyorum. Cumartesi olduğu için tıklım tıklım insan kaynıyordu içerisi ve dışarısı. Ama yakın zamanda bu tatlı mekana içini ve yiyeceklerini fotoğraflamak ve izlenimlerimi aktarmak için uğrayacağım. Şimdilik yalnızca dışarıdan fotoğrafını aktarayım:

 Güzellikler yan yana sıralanmış adeta, biraz ileride Rag'n Roll Vintage dükkanı var. Dükkanın önünde duran beyaz bisikleti ile çekilmiş fotoğrafını mutlaka bir yerlerde görmüşsünüzdür. İkinci el eşyalar, elbiseler, çantalar var. Bunlar da iki ayrı açıdan çektiğim fotoğraflar:



Yokuş yukarı çıkmaya başladığınızda biraz sabrederseniz ve neredeyse 80 derece olan yokuşu tırmanırsanız bu güzellik ile karşılacaksınız. İhtişamı ve devasalığı beni resmen büyüledi. Her açıdan çekmeye çalıştım fakat gerçekten o kadar büyük ki, mutlaka bi kısmından fedakarlık etmem gerekiyordu. Evet, Özel Fener Rum Lisesi ve Ortaokulu'ndan bahsediyorum.


Bu lise Osmanlı döneminde en prestijli okul sayılıyormuş ve 1454 yılından beri de eğitim veriyormuş. Mimarisi özellikle ilgimi çekti ve araştırma gereği duydum. Kırmızı tuğlaları Marsilya'dan getirilmiş, Kuşbakışı görünüşü bir kartalı andıran bu okul, Kırmızı Mektep ya da Kırmızı Kale olarak da bilinmekte. Galata Kulesi'nin yerden yüksekliğinin 65 metre olduğunu belirterek, bu okulun yerden yüksekliğinin 40 metre olması da ne kadar heybetli olduğunu anlatmaya yetecektir sanıyorum. 
Okula doğru çıkan yokuşta bu eski binayı görmeniz mümkün. Bazılarının ilgisini bile çekmeden önünden  geçtikleri bu yapı kaç yıllık bilmem ama dedelerimizden çok şey gördüğü kesin.

Balat aynı zamanda renkli bir tarafı içinde barındırıyor.  Okulun heybetinden etkilenmiş bir halde sokaklarında yürürken pek bir şey çarpmayabilir gözünüze ama bazı detayları gerçekten güzel. Rengarenk boyanmış kapıların duvarına asıldığı sokak da bunlar arasında:


Bugün Balat'a kısıtlı bir süre ayırdığım için birçok kısmını gezemedim, bir kahvesini de içemedim. En kısa zamanda daha iç kısımlarını keşfetmek için yeniden uğrayacağımı ve ikinci bir yazı ekleyecek kadar malzeme toplayacağımı umuyorum. Şimdilik bu Balat'a giriş yazısı olsun. Siz de bu zıt kültürlerle, küçük eskici dükkanlarıyla ve güzel cafelerle dolu bu semti bir görün. 
Yazının şarkısı da bu olsun:
https://www.youtube.com/watch?v=COOwSt3XiOk

İstanbul Modern Notları

Uzun zamandır bahsetmek istediğim İstanbul Modern, Karaköy kıyısında 8000 metrekarelik bir alana kurulmuş Türkiye'nin ilk modern sanatlar müzesi. Müzelere pek de olumlu bakmayan insanların bile ilgisini çekebilecek eserleri bünyesinde barındırıyor. Bu eserlerden bazıları kalıcı koleksiyon oluşturuyor olmalı ki, her gidişimde yerlerinde duruyorlar. Ben iki sene önce ve birkaç ay önce çektiğim fotoğraflar ile oluşturacağım bu yazıyı. Güncel sergi değişti ama bu fotoğraflar da zihninizde bir şeyler oluşturmaya yetecektir. Perşembe günleri müzenin ücretsiz günü, birkaç saatinizi ayırarak her köşesini görebilirsiniz.
Ben 'Geçmiş ve Gelecek', '14. İstanbul Bienali', 'Sanatçı ve Zamanı' ve 'Yüzyıllık Aşk' sergilerini görme fırsatı elde ettim. Göremediğim için en çok üzüldüğüm sergi ise 'Magnum Kontakt Baskılar' oldu.  

İstanbul Modern'e yalnızca müze gözü ile bakmak sanırım biraz hata olur. Düzenlediği sinema etkinlikleri, ücretsiz eğitim programları, en alt katında bulunan ufak kütüphanesi ve denizin üzerindeki cafesi ile farklı imkanlar sağlıyor. Aynı zamanda kartlar, defterler, hatta takılar alabileceğiniz küçük bir dükkanı bile var. 
Modern'i gezerken, Pera'daki Andy Warhol ve Grayson Perry'den, Masumiyet Müzesi'nden ya da Sabancı Müzesi'ndeki Joan Miro sergisinden aldığım kadar zevk almıyorum nedense. Burada da yeterince renkli ve devasa büyüklükte eserler bulunuyor, yeterince büyük ve herkesin sempati ile yaklaşacak bir şeyler keşfedebileceği bir sürü köşesi var. En sevdiklerim listesinde aşağıda kalıyor Modern.

En alt katında tavanı kitaplar ile dekore ettikleri bir yol var, tam da kütüphanesinin yanında. Bu tasarımı çok sevmiştim, kitapların dekorasyon aracı olarak kullanılması her zaman iyi bir fikir. 

Kütüphanenin etrafı camdan ve içeride bir duvar boyu kitaplık bulunuyor. Çalışmak, bir şeyler okumak, yazmak zevkli olabilir, denemeye değer.   

Sergiler arasında en en sevdiğim 'Yüzyıllık Aşk'tı.  Türk Sinemasının 100. yılına ithafen düzenlenmiş bu sergide Yeşilçam'ın ünlü isimlerinin fotoğrafları, sözleri, filmleri ile dolu duvarlar insanı eskilere götürüyor. Emek sineması gibi eski sinemaların biletleri bile sergideydi. Belki de o dönem filmlerine yetişebilseydik bu sergi çok daha anlamlı bir hale bürünürdü bizim için.
Merak edenler için buraya bir link bırakayım, ben arşivimde o günün fotoğraflarını bulamadım. 
http://yuzyillikask.istanbulmodern.org/



Bir sergiyi dolaşırken, sağda solda not alan güzel sanatlar öğrencilerini görmek, fikirlerini yanındaki arkadaşına, sevgilisine söyleyen insanları dinlemek bence çok zevkli. Hayatları hakkında hiçbir şey bilmediğimiz insanlarla yolumuz bir sinema salonunda, bir cafede, bir sergide buluşuyor ve sonra bir daha kesişmemek üzere ayrılıyor. 
En son gidişimde, karanlık bir oda içerisinde havada asılı şekilde dönen dünya figürü en çek ilgimi çeken ve dakikalarca orada durmama neden olan parça olmuştu. 

Yine ışık saçan bi parça:

İlk gidişimde havada asılı duran bir piyano vardı, ama en son gittiğimde kadırılmıştı sanırım.


Bienal zamanı gittiğimde devasa büyüklükte olan bir eseri de eklemezsem olmaz. Ben çektiğim bu karenin içinde olduğum zaman yüzde birini kaplıyordum sanırım.

İstanbul Modern'in giriş katında cafesi bulunuyor. Bu büyük müzeyi dolaştıktan sonra yorulup denize karşı bi kahve içmek istersiniz muhtemelen. Son olarak bir şarkı ekleyeyim, sabredip buraya adar okuyabilenler için :) https://www.youtube.com/watch?v=hpXlHIV3kjU

12 Nisan 2016 Salı

Mosquito'da Kahvaltı

Hepimiz yorgunuz, hepimiz tükendik. Kimilerimiz karmaşadan, metropol hayatından, kimilerimiz işe gidip gelmekten, kimilerimiz vizelerden, finallerden, trafikten, dengesiz havalardan, metroya, otobüs durağına ulaşana dek bitmeyen yollardan, ne giyeceğim telaşından yorulduk, yoruluyoruz. Şöyle bir baktığımda insanlar kendilerine vakit ayırmaktan, kendilerine "benim istediğim ne?"diye sormaktan ziyade olana bitene öyle kaptırmışlar ki kendilerini, içine düştükleri hayatı kabullenip yollarına devam eden insanlarla dolu çevremiz. Kaçımız, şöyle bir soluklanıp günde 1 saati kendimize ayırıyoruz? Koşturmadan, bir yere yetişmeden? Gülten Akın'ın da dediği gibi kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya. Belki de haftasonları, durup bu ince şeyleri anlamaya  vakit yarattığımız sınırlı kaçamak noktalarımızdan yalnızca birisi. Kahvaltı müessesesi ise, Pazar günlerinin, hele ki erken uyanabilen şanslı insanların vazgeçilmezi.
Bugün bahsedeceğim durak, Kadıköy Mosquito Cafe. Mosquito sivrisinek anlamına geliyor. Sitesine girdiğinizde the Doors grubundan No me molesto mosquito şarkısı çalıyor ki mekanda çalan şarkılar da bir o kadar güzel. Caferağa Mahallesinde bulunan bu güzel cafenin yaşı benden büyük. İki sene önce keşfettiğim bu mekana uzun zamandır vakitsizlikten gidemiyorum.
Kahvatısı mükemmel.
Bazen taze sıkılmış portakal suyu, bazense limonata koydukları küçük bardakları, kızartmaları, sosisleri,  yumurtaları, salatalık domatesleri, zeytinleri, reçelleri, balları, acukaları ve tabi ki vazgeçilmez çayı ile Mosquito şimdiye dek kahvaltı yaptığım en iyi mekanlardan biri. Kahvaltısını merak edenleri buraya
alalım:



Yalnızca kahvaltısı değil, hamburgerini de deneme şansım oldu. Yazın giderseniz ev yapımı limonatasını
içebilir, acıkırsanız yanına bi hamburger söyleyebilirsiniz. Porsiyonu büyük.
Bir seferinde de browniesini denemiştim. Ev yapımı mıydı bilmiyorum ama lezzetliydi, onu da tavsiye olarak
alabilirsiniz.
Mutlulukla ilgisi olan bu kahvaltıları her gün yapabilsem keşke. Erken uyanabilen birisi olmak isteme nedenlerim tamamen beslenme düzenime dayalı. Her sabah erken bir saatte uyanmak, biraz yürümek, dönerken  fırından simit almak, portakal sıkmak bu kadar gözümde büyümemeli ama büyüyor. Dediğim gibi, her an her saniye bir yerlere yetişme telaşı içinde nefes alamadan koşuyoruz. Her gün yapabileceğimiz, bir şekilde fırsat yaratabileceğimiz her şey gözümüzde büyüyor, zamanla kendimize vakit ayırmak adına, dinlenmek için kaçtığımız limanlara dönüşüyor.
İstanbul'da kahvaltı yapabileceğiniz birkaç mekan daha var. Bunlar Beşiktaş kahvaltıcılardaki Pişi ve Siyah. Eğer gittiğiniz mekanlarda hem dizaynı hem de lezzeti önemsiyorsanız ikisi de sizin için güzle bir tercih olabilir. Ama nedense (belki Kadıköy'de olmasından) Mosquito benim gözümde ayrı. Hem bahçesinin samimiyeti, hem masa sandalyelerinin renkleri, hem de kuytu bir yere saklanmış küçük yeşil bir dolabı anımsatan yapraklarla bezeli bahçe duvarları ile bana daha sıcak geliyor. En kısa zamanda ziyaret etmeniz dileğiyle :)
Not: bahsettiğim şarkının linkini bırakıyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=-GiD6XBsc2M

11 Nisan 2016 Pazartesi

Emirgan Korusu ve Lale Festivali

Ünlü birkaç söz ile başlamak istiyorum yazıma.
Fransız ressam Claude Monet 'Sanırım çiçeklere karşı ressam olmak gibi bir borcum var.'demiş.
Alman sanatçı Goethe ise 'Doğa en küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor. Hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar.' demiş. Bir Çin atasözü ise 'Elinizde 2 kuruşunuz kaldıysa biriyle somun ekmek, diğer ile bir çiçek alın.' der.
Bugün konumuz çiçekler. Güzelliğin, yaşamın, ölümlülüğün, umudun ve kendini affettirme arzusunun göstergesi çiçekler.
Lale.
İstanbul'un simgesi, birçok edebi eserin konusu, kapalı hallerinin asilliği ile topraktan başlarını uzattıklarında baharın habercisi olan, bahar aylarında her köşede mesken tutan, yol kenarlarını, parkları, bahçeleri renklendiren lale.

İstanbulda bu sene on birincisi düzenlenen Lale Festivali'nin en görülesi ayağını gezdim birkaç gün evvel. Birçoğumuzun bildiği üzere devasa boyutlarda olan Emirgan Korusu, İstanbul'un boğaz kıyısında İstinye ve Emirgan arasında bulunuyor. Beşiktaş'tan dolmuş veya otobüs kullanarak , biraz da dişinizi sıkarak ulaşabilirsiniz. Koruya girerken bir tarafınızda deniz bir tarafınızda yeşillik kendinizi kaybedebilirsiniz. Koruya adımımı atınca beni karşılayan yemyeşil bir halının üzerine işlenmiş rengarenk lale motifleri. Hayır, hayır. Ne o yeşillik bir halı, ne de renkli laleler birer işleme. Bunlar bildiğin çimenlerin üzerinde duran, baharın rengi laleler. 





Korunun girişinde bir tabela var,  köşklere (Sarı Köşk, Pembe Köşk ve Beyaz Köşk), Lale Müzesine ve Gölet'e nerelerden gidebileceğinizi görebilirsiniz. Ben tercihimi Lale Müzesi'nden yana kullandım ve o tarafa yürümeye başladım ama rengarenk laleleri gördükçe koruyu epey bir dolaşmış, yolumu şaşırmış ve amacımdan sapmışım. 




Koruyu turladıkça laleleri her açıdan çekmeye çalıştım ama malesef tam tepeden, oluşturukları deseni gösterebilecek şekilde çekmeyi başaramadım. Yine de bir tarafta korunun yeşillliği ve lalelerin renkleri bir tarafta denizin maviliği varken bunu gösterecek bir fotoğraf çekmesem olmazdı. Yukarı doğru çıkınca içinde kuğuların yüzdüğü ve tepesinden şelale gibi suların aktığı Gölet'i görüyorsunuz. Gölet'in hemen çaprazında Sarı Köşk var. Köşkü ben pek ihtişamlı bulmadım açıkçası. Bahçesinde masa sandalyeler var. Dilerseniz burada soluklanıp, bir şeyler atıştırabilirsiniz. 




Koruyu turladıkça, yürüyüş yapanları, koşanları gördüm. Hayatım boyunca doğru düzgün spor yapmamış birisiyim ama sahilde bisiklet sürenleri, sabah koşusu yapanları, koruda yürüyüşe çıkanları görmek içimde spor yapma arzusu uyandırdı. (Tabi bu arzum hemen geçti.)





Sizi lale fotoğrafları ile çok sıkmak ve gidip görme şevkinizi kırmak istemiyorum. O yüzden çektiğim yüzlerce fotoğraftan yalnızca birkaçını ekliyorum buraya. 

Koruda sevmediğim tek şey korunun araç trafiğine açık olmasıydı. İnsanlar lale bahçelerinin arasında dolaşıp, fotoğraf çekerken, doğa ile iç içe, sevgilisi ile el ele dolaşırken, ailesi ile sohbet ederken araba geliyor diye kenara çekilmek durumunda kalıyor sık sık. Keşke adalarda olduğu gibi motorlu taşıta kapatılsa koru. Konudan konuya atladım sanırım ama son olarak kendimi fotoğraf çekmeye kaptırdığım için Lale Müzesi'nin giriş saatini kaçırdığımı söylemek istiyorum. Girişine giderken gördüğüm ufak bi lale bahçesini paylaşayım:


  
Lale Müzesi'nin girişinde ilgi çekici birkaç şey var:

Lale Festivali Nisan ayı boyunca devam ediyor. En kısa zamanda Emirgan dışında Gülhane Parkı, Yıldız Parkı, Beykoz Korusu,  Fethi Paşa Korusu, Büyük ve Küçük Çamlıca Koruları gibi yerleri de ziyaret ederek göz ziyafeti yaşayabilirsiniz. 














Yüzyıllık Yalnızlık

29 Kasım 2015. Bir Pazar günü. Camın önüne doğru uzanan yatağımın çiçekli yatak örtüsünün üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorum. Odamda yalnızım. Ev öyle sessiz ki, bu sessizlik hiç hayra alamet değil. Yüzyıllık yalnızlığım kucağımda. Bir yandan dudaklarımı kemiriyor bir yandan okuyorum ama en çok da içimden ‘okuma!’ diyorum kendime ‘bitmesin.’ Her zaman olduğu gibi söz geçiremiyorum kendime ve bitiriyorum kitabı. Sonrası bir kalp ağrısı, sonrası bir göğüs sıkışması, sonrası bir üşüme, sonrası gözümden düşen birkaç damla yaş. Titreyen parmaklarımı dudaklarıma götürüyorum. Hemen saate bakıyorum, bu bir tarihi an çünkü. Benim tarihimin anı. Saat 22.22. Hemen yeşil bir not kağıdı alıyorum çalışma masamdan ve ellerim titreyerek yazıyorum şunları: ’29 Kasım 2015 Pazar 22.22’de bitti. Okuduğum en iyi şey.’


image

Peki ne bu Yüzyıllık Yalnızlık? Okuyanlar için yad etmeye, okumayanlar için de hemen okunacaklar listesine eklenmeye vesile olsun bu yazı.
Kitaplığımda bulunan ilk ve tek ciltli kitap. Özenle babama ciltlettiğim, kenarlarının kıvrılmaması için onu sürekli uyardığım kıymetlim, kitaplığımdaki en özel kitap belki de… Yalnızlığı, kalabalık bir ailenin içindeki yalnızlığı, üzerine hiçbir şey katmadan, saf haliyle anlatan, okuruna hissettiren o meşhur kitap. Bitmesin istiyordum, sayfalar aktıkça geri dönüp yeniden okuyordum, bazen kitap ayracımı kaldığım yerden geriye koyuyordum yeniden aynı sayfalarda parmaklarım gezinsin, yeniden aynı sayfaları okurken dudaklarımı ısırayım, gözlerimi fal taşı gibi açayım diye. Bitirdikten sonra ağladığım, bitirdiğim tarih ve saati bir kağıda yazıp arasına koyduğum kitap geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden Nobel ödüllü Latin Amerikalı yazar Gabriel Garcia Marquez’e ait. 
Altını çizdiğim ilk bölüm 24. sayfadaki şu konuşma:
“Hiçbir yere gidecek değiliz.”dedi. “Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız.”
Jose Arcadio Buendia “Ama daha hiç ölen olmadı.”diye karşılık verdi. “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.”
Ursula incitmeyen bir kararlılıkla direndi:
“Sizlerin burada kalması için benim ölmem gerekiyorsa, ölürüm.”
Yazımın sonunda altını çizdiğim kısımları derleyeceğim, böylece kitabı okumamış arkadaşlar o kısmı atlayabilsinler, onlar için önceden verilmiş bir bilgi olmasın bunlar, okudukça kendileri çizmek gereği duyarak çizsinler ya da kıyamayanlar not alsın kenara.
Yalnızlık teması öyle derinden, öyle alttan alta verilerek işlenmiş ki, okurken kitabın adını bilmeseniz bile yalnızlığını hissettiğiniz her karaktere farkında olmadan bağlanıyorsunuz. Kitap boyu ailedeki herkesin adı birbirinin aynı ama olay örgüsüne kendinizi kaptırdığınızda karakterler su gibi akıp gidiyor, asıl önemli olanın isimler değil herkesin besleyip büyüttüğü yalnızlık olduğunu anlıyorsunuz. Marquez kitabı hakkında öyle güzel şeyler söylemiş ki, tek bir kısmı aktaracağım. “Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan kısa bir sürede yazdım ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri bile kıpırdatmadan sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım; kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.” Bu sözler kitabı okuyunca öyle anlam kazanıyor ki. Kullanılan dilin yorumsuzluğu ancak bu kadar güzel aktarılabilirdi. Olan biten öyle sade bir dille okuyucuya veriliyor ki, olanlardan çıkaracağınız her şey tamamen size kalmış.
Yazabileceğim çok şey var bu kitaplar ilgili ama inanın hangi birinden başlarım, hissettiklerimi nasıl aktarırım bilmiyorum. Alıntılara geçmeden önce Yüzyıllık Yalnızlık hakkında bir blogda okuduğum yazıdan bir kısım paylaşmak istiyorum. (blog: hayatdegistiriciler.blogspot.com)
“Uykusuzluk salgını, yıllarca durmadan yağan yağmur, tanrının fotoğrafını çekmeye çalışan bir dede, evi yiyen karıncalar, güzel bir kızın göğe yükselmesi gibi doğaüstü olaylar kitabı çok nev-i şahsına münhasır kılmış. Anlatımı büyüleyici kılan bir çok satırla dolu.” Gerçekten de öyle.

“Ölünceye dek aşktan da güçlü bir bağla, ortak vicdan azabıyla bağlıydılar birbirlerine.” (syf. 30)
“Yüreğin o giderilemez unutkanlığıyla değil, çok daha amansız ve hiç dönüşü olmayan bir başka çeşit unutkanlıkla unutulmuş olduğunu anladı. Bu unutkanlığı iyi bilirdi, çünkü ölümün unutkanlığıydı bu.” (syf. 60)
“Kendi inatçılığının dayanılmaz ağırlığı altında ezilerek, ölene dek sürecek yalnızlığına ağlamak için odasına kapandı.” (186)
“Yüreğini kolla Aureliano, ölmeden çürüyorsun.” (188)
“Dünyanın en güzel kadınını sorduğunda da, bütün kadınlar kendi kızlarını gösterdiler.” (235)
“Onda yalnızca hüzünlü bir yalnızlık buluyordu.” (237)
“Çünkü yalnızlık anılarını ayılamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış, büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı.” (248)
“Kendine iyice yabancı gelen, içindeki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin yüreğinde en ufak bir sevgi kıpırtısı uyandırmadığı bir evde yapayalnız kalmış, kaybolmuştu.” (271)
“Bu işi yalnızlığını unutmak için değil, tam tersine yalnızlığı yoğunlaştırmak için yapıyordu.” (290)
“Çünkü kötülükle geçmiş ömrün kefaretini , dünyaya sın bir iyilik yapmakla ödeyebileceğine inanıyor, yapabileceği en iyi şeyin, ölülerine haber yollamak istemeyenlerin mektuplarını götürmek olacağını düşünüyordu.”  (312)
“Ve o anda bir üzüntü döneminin bittiğini, ancak boyun eğip kabullenerek dayanılabilecek yeni bir üzüntü döneminin başladığını anladılar.” (347)
“Ve ruhu gerçekleşmemiş düşlerinin özlemiyle aydınlanmıştı.” (404)
“Aynı kandan gelen bu iki insanın yakınlaşmasına arkadaşlık denilemezdi, yine de bu birliktelik, kendileirni hem yakınlaştıran hem uzaklaştıran ölçüsüz yalnızlığa katlanmalarını kolaylaştırıyordu.” (415)
“Sonra büyük tutkuların ölüme rağmen sürebildiğini öğrendiler.” (455)
“Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.”

Kuzguncuk Balıkçısı

Balık dediğimizde aklımıza genelde tek tip bir şeyler gelir. Çipura gelir, levrek gelir, deniz kenarında bir mekan gelir, açık hava gelir. İyi balıkçı deniz kenarında olur deriz içten içe. Bazı tek tiplerimizi yıkmak adına güzel bir örnek Kuzguncuk Balıkçısı. Çipura, levrekten ziyade akıllarınıza kiremitte mezgit, balık mantısı, balık çorbası gelmeli burada. Deniz kenarında da değil. Açık havada birkaç masası var ama müşterilerini genellikle içeride ağırlıyor. Eski bir binanın biraz elden geçirilmesi ile oluşmuş salaş bir yer. Kuzguncuk yazımda bahsetmiştim Kuzguncuk’un nasıl bir yer olduğundan. Bu balıkçı da tam olarak zihnimdeki Kuzguncuk semti silüetinin ayrılmaz bir parçası. 
Duvarını ışık saçarmışçasına sarıya boyamışlar. İlk gittiğimde yerler de ışığın devamı gibi sarı renkteydi ama bu kez kaldırımdaki boyaların silindiğini görmek canımı sıktı. İlk gittiğimde dışarıda bulunan masa ve sandalyeler de farklıydı. Eski hali konsepte daha uygundu bence. Her ne kadar rastgele çektiğim ışığı kötü bir fotoğraf olsa da paylaşmak isterim:
Mekanların zaman içinde değişime uğraması, onları hafızamıza ilk kazıdığımız halleri ile bizleri karşılamaması üzücü olabiliyor. Küçükken kocaman zannettiğimiz ve her gün oynadığımız parka büyüyünce gittiğimizde aslında küçücük olduğunu fark etmek gibi bir şey bu. O parka bir daha gitmemek bazen en doğrusu.
Benim için en önemli, en özel yerlerden birisidir Kuzguncuk Balıkçısı. İcadiye Caddesi üzerindeki Perihan Abla sokağından girdiğinizde bu renkli mekanı görmemek mümkün değil. 
Ne yiyelim derseniz. Ben her gittiğimde kiremitte mezgitini yiyorum, vazgeçemiyorum. Normal şartlar altında sulu balık sevmem, hele ki domatesli herhangi bir şey ile balık kabul edebileceğim bir ikili değildir. Ama tüm tabularımı yıkan bir yer burası. Kiremitte mezgiti bu yüzden öneririm. Onun dışında hiç tatmasam da, balık çorbası ve balık mantısının beğenildiğini duydum. Eminim ki menüdeki her şey birbirinden güzeldir. Bir sonrakinde farklı lezzetler denemek isterim ama şimdilik önerebileceklerim bunlar. 
Bu ufacık, salaş balıkçıya umarım yolunuz düşer :)