31 Aralık 2016 Cumartesi

La la land


Lalalalalalala
Müzikal sevenler, caz sevenler, Whiplash sevenler toplansın size laflar hazırladım.
Uzun zamandır gelmesini beklediğim Lalaland'ı izledim bu gece. Sinemadan döneli birkaç saat oldu henüz ama hemen hakkında bir şeyler karalamam gerektiğini hissettim, çünkü zihnimden çıkaramıyorum. Sanırım filmden çıktıktan sonra söylediğim tüm o olumsuz şeyden biraz da olsa pişmanlık duyuyorum. İzlediğim filmleri sevip sevmediğime anında karar verme ve sonra pişman olma gibi bir huyum var. Bunu törpülemenin vakti geldi zira her seferinde izleyip okuyup bir köşeye attığımı sandığım her filmde, her kitapta zihnimi aşırı derecede kurcalayan bir şeylere rastlıyorum ve bir bakmışım günler haftalar geçmesine rağmen aklımdan çıkaramamışım. Sevdiğimi de geç fark ediyorum tabi. Lalaland'ı sevdiğimi ise ders çalışmaya çalışırken "city of staaars" diye içimden mırıldandığımda fark ettim. Sonraki hamlem de tıpış tıpış battaniyemin altına girip bilgisayarı açmak oldu tabi.
Lalaland bizim Whiplash'in yönetmeni Damien Chazelle'in yeni filmi. Whiplash'i çok çok sevmiş miydiniz bilmiyorum ama ben beğenmediğimi söyleyemeyecek olsam da sanırım fazla beklentiyle izlediğim için birazcık uzağım. Lalaland'de de yine aynısı oldu. Devlet tiyatrolarında izlediğim Erkek Arkadaş'tan sonra müzikal izlememiştim, hatta sanırım lise zamanlarımdan beri müzikal film görmemiştim. Kadrosundan kaynaklı bir beklentiyle gittiğim için izlediğimde pek tatmin olmadım açıkçası. Yine de değinmek istediğim birkaç şey var. İlk olarak; müzikleri gerçekten başarılı, çıktıktan sonra kendinizi mırıldanırken bulabilirsiniz. Caz müzikleri, filmin başından sonuna dek çalan piyano melodisi (Justin Hurwitz-Sanırım Whiplash'in müziklerinin de yaratıcısı) İkinci olarak oyunculukların hepsi harikaydı. Bir de film boyunca sağda solda Casablanca'yı anımsatan şeyler  (Mia'nın odasının duvarında, sokaklarda) görmek çok güzeldi. Ama senaryoda beni rahatsız eden birkaç şey var. İlki, bazı kısımlar o kadar hızlı ilerledi ki, sanki daha uzun bir versiyonu çekilmiş de seyirci sıkılmasın diye sağdan soldan kırpılmış gibiydi. İki, müzikler ve danslar biraz alakasız yerleştirilmişti sanki. Ne kadar doğru bilmiyorum ama müzikal izliyor bile olsam filmlerde biraz da olsa gerçek hayattan kesitler arıyorum. Son olarak ben mi izlerken çok hassas davrandım, bu yorumu bir başkası da yapacak mı bilmiyorum ama Cafe Society'ye aşırı benzettim. Dönem filmi izliyormuşum hissine kapıldım. Los Angeles, eski bir araba, danslar, kostümler, caz, karakterlerin hedefleri, yollarının ayrılması. Trajik son.
Filmde beni tatmin eden tek şey sonundaki Flashback sahneler oldu, finaliyle gönlümü çalmış film diyebilirim bunun için. Çünkü sonlara doğru Ryan Gosling'in çaldığı piyano ve dönüp bakışmaları için (evet o üç beş saniye için) bile izlemeye değer. Ekşide bir yorum gördüm, "şiir gibi tablo gibi" demiş. Güzel demiş. Çünkü gerçek olamayacak kadar güzel(-di).
Bunu da buraya bırakıyorum, çünkü en güzel sahnelerden birisiydi.




3 Eylül 2016 Cumartesi

Casablanca

Casablanca: İspanyolca'da "beyaz ev". Lilyum türünde bir çiçek. Bodrum'da bir butik otel. Bir bira markası. Şili'de bir şarap üreticisi (bkz: Ruta Del Vino). Fas'ta bir şehir. Casablanca'nın bir sürü bir sürü anlamı var ama ben Casablanca'da geçen 1942 yapımı, en iyi film-senaryo ve yönetmen dallarında Oscar ödülü almış Michael Curtiz filminden bahsedeceğim. Film, hiç sahnelenmemiş bir tiyatro oyunu olan Everybody comes to Rick's'ten sinemaya uyarlanmış.

İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında Avrupa'dan kaçıp Amerika'ya gitmek isteyen Avrupalıların Casablanca üzerinden Lisbon'a geçip, Amerika gemisine binmeye çalıştıkları ve bunun için vize arayışı içinde oldukları bir dönemde Casablanca'daki en ünlü gece kulübünün sahibi Rick, Çek direniş örgütü lideri olan Victor ve karısı Ilsa'nın yolları Casablanca'da kesişiyor. Bu, suçlusu olmayan bir aşk üçgeni aslında. Kocası Victor'un Alman toplama kampında öldüğünü sanan Ilsa, Paris'te  Rick ile tanışır ve aşk yaşarlar. Ama Almanların Paris'e girdikleri gün oradan birlikte kaçmayı planlarken Ilsa, Victor'un ölmediğini öğrenir ve Rick'i sebebini söylemeden terkeder. Bir süre sonra Amerika'ya kaçabilmek için tek şansları Rick olacaktır.

Filmde çokçokçok sevdiğim bazı noktalar var. 
Ilsa "Play it once Sam." dediğinde o şarkıda bir şeyler olduğunu anlamamak mümkün değil. As time goes by gibi harika bir şarkıyı kattı bana.  "a kiss is just a kiss" Tam olarak bu sahnede Rick ve Ilsa'nın karşılaşmaları ve Rick'in Ilsa'yı son gördüğü günü her ayrıntısı ile hatırladığını söylemesi. "I remember every detail. The Germans wore gray, you wore blue." Ama film siyah beyazdır ve biz o gün Ilsa'nın giydiği giysinin mavi olup olmadığını asla göremeyiz.

Rick'in aşkının önüne öfkesi de, kalp kırıklığı da geçememiş ve her şeye rağmen Ilsa'nın çenesinden tutup "Here's looking at you kid." diyebildi yeniden. 
Ilsa'nın yorgunlukla "I wish I didn't love you so much" dediği sahne. "I love you so much. and I hate this war so much. It's a crazy world. Anything can happen."

"Dünya harabeye dönerken biz aşık olmaya çalışıyoruz"

28 Ağustos 2016 Pazar

Kendini T. Sanan Adam


Saatte bir kez geçen hantal otobüsüm için, telaşım fark edilmesin diye ağır ama büyük adımlarla yürüyorum. Hafif bir yağmur atıştırıyor. Aklımdan tüm günün yorgunluğunu atabilmek için bir an evvel evime ulaşmak fikri geçmesi gerekirken, iki kişi arasında kalması gerektiğine inanmama rağmen birkaç gün evvel okuduğum için suçluluk duyduğum, incecik bir el yazısı ile yazılmış mektuplar ve çevirileri geçiyor. Çevirileri geçiyor çünkü yüzyıl sonra dahi bu denli etkilenebiliyorken, o mektupların bana hitaben yazılmış oldukları fikriyle içim ısınıyor ve üşümüş ellerimle boynumu kapatsın diye yakasını tuttuğum ceketimi bırakıveriyorum. Otobüse bindiğimde sanki K.’de değil de A.'dayım ve V. bana bir şeyler anlatıyor. A'dan yakınmaması gerektiğini söylüyor.
Sahi, içimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor olsaydı V., inan bana, otobüste oturan yaşlı teyze de, pencere önünde dışarıyı seyreden o genç adam da tuhaf ve yargılayıcı bakışları ile beni çoktan rahatsız etmişlerdi. Neyse ki o boş, anlamsız bakışları ve etraflarına olan fazla gereksiz ilgileri dolayısıyla bana fırsat gelmiyor. Üşüyorum, dışarıdaki insanları, çiseleyen yağmurdan kaçan kalabalığı, hızla geçen arabaları, çikolata fabrikasının eskimiş binasını, önceden her günümü geçirdiğim o caddeyi izliyorum. İnsanlara, içinde yaşadığım bu topluma ne zaman bu kadar yabancılaştım? Hiçbir şey hissetmiyorum. Bazen hissetmemek gerekiyor. Ciddi dertlere karşın neşeli kalmamız gerekirmiş, öyle mi? Sen böyle söylüyorsun çünkü. Her şeye karşı gerçekçi, enerjik, ayrıntılı bir tavır almamız gerekecekmiş; kuşkuya, düşlere ya da kararsızlığa kapılmayacakmışız. Neden peki? Ben ciddi dertlere karşın enerjik ve neşeli olamıyorum V. Üstelik kuşkulu, hayalperest ve kararsızım. Daha da kötüsü, aksini söyleyip durmana rağmen sen de benim gibilerdensin ve bizim gibilerin hiçbir işi rahat yürümez, biliyorsun. 
Otobüsten inmem gerektiğini geç fark ediyorum ve eve birkaç durak yürümem gerekiyor. Zihnim bu denli dolu olmasaydı epey sinirlenirdim ama o an dünyanın en normal durumuymuşçasına erdemle karşılıyorum bunu. Alıştım. Gözlerim batıyor, eve gidip kendime bir kahve yapacağımı, ardından çiçeklerimi sulayıp bedenimi bir yığın gibi koltuğa bırakacağımı düşünüyorum. Muhtemelen orada uyuyakalacağım ve gecenin yarısı üşüdüğüm için uyanacağım öyle değil mi? Hayır, böyle olmuyor V. Ne kahve hazırlıyorum ne de çiçeklerimi suluyorum. Kendimi bıraktığım yerde senin şu an ne düşündüğünü, nerede olduğunu, ne hissettiğini, her şeye karşı gerçekçi ve neşeli olup olmadığını düşünüyorum. Bu iki kavramın bir arada yürümesinin mümkün olmadığını düşünüyorum ve gözlerimi kapattığım an senin yüzünü görüyorum.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Martin Eden


Jack London'ın yarı otobiyografik olan romanı Martin Eden, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri. Yarı otobiyografik olduğu için öncelikle London'ın hayatından bahsetmek istiyorum kısaca. Kitabı Levent Cinemre'nin çevirisi ile İş Yayınlarından okudum. Çevirmen dipnotlar için ayrı bir bölüm açmış ve bu da kitabı tam 145 dipnotla zenginleştirilmiş şekliyle okumamı ve Jack London ile Martin arasında kıyaslamalara kolayca gitmemi sağladı. 
Jack London (Gerçek adıyla John Griffith Chaney) 1876'da San Francisco'da doğmuş. Çocukluk yılları yoksul geçen London erken yaşta okulu bırakıp çalışmaya ve maceraperest bir hayata başlamış, Jack London hayatı boyunca kitaplara ve okumaya çok bağlıymış. Bir dönem California Üniversitesine gitse de, maddi zorluklardan dolayı eğitimini tamamlayamamış. Hayatı boyunca tekneyle San Francisco körfezini dolaşmış, kaçak istiridye avlamış ve Japonya'ya gitmiş, gemilerde çalışmış. Mışmışmış. İlk aşkı ise kitapta Ruth olarak tanıyacağımız, London'ın lise yıllarında tanıyıp hayranlık duyduğu Mabel Applegarth, 

Martin'in hikayesine gelirsek.  Martin, işçi sınıfına mensup, eğitimsiz bir gençken beklenmedik bir aşkın onu esir almasıyla, "dünyadaki tek kadın" dediği aşkına ulaşabilmek için kendi tabiriyle bir ahlaki devrim sürecine girişiyor. Kitabı burada anlatmayacağım tabi ki, sadece okuyanlar için  Martin Eden ve Jack London'ın benzerlik ve farklılıkları da dahil dikkat çekmek istediğim birkaç nokta var. 
Başlarda Martin'in hırsı, arzuladığı şeye ulaşmak adına gösterdiği çaba ve özveri beni o kadar kendine çekti ki bir solukta ilerledim. Sonrasında Martin'in yazar olma uğraşları ve amacının Ruth'un aşkını kazanmak dışında bir şeye dönüşmesi beni epey rahatsız etti. Ruth'a karşı hisleri kitapta açık bir şekilde aşk olarak tanımlansa da, içten içe Martin'in Ruth'a aşık olmadığını, hislerinin yalnızca farklı sınıfa mensup, idealize edilmiş bu kadına beslediği hayranlık ve imkansız aşkın büyüsü, cazibesi olduğunu düşündüm.  Martin her ne kadar kendisinin gerçekçi olduğunu sürekli vurgulasa da, bence tam bir hayalperest ve onun bu hayalperest yanı hırsını ve inancını besliyor. Ruth'un aşkını kazanana dek, Martin beni çok etkiledi. Fakat sonrası; insanlara tepeden bakması, her zaman onlardan fazla şey bildiğini düşünmesi, eğitimin önemi olmadığını söyleyip durması beni bir yere kadar epey rahatsız etti. 20'li yaşlarına dek kendini eğitme gereği duymamış fakat aniden gelen, amacına ulaşma dürtüsü ve özlemiyle harekete geçmiş olan Martin, her şeye kitaplar aracılığı ile ulaşabildiğini düşünüyor fakat günde 5 saat uyuyup 19 saat çalışsa da onun da bilemeyeceği şeyler olduğunu asla kabullenmiyor. Ta ki Brissenden'in onu "asıl pislik" ile (Oakland'ın güneyindeki işçi mahallesi ve felsefe tartışmaları) tanıştırdığı güne dek. O gün, kendisinin de bilmediği şeyler olduğunu ve çok okuması gerektiğini fark eden Martin şöyle düşünüyor: " Hayat ancak böyle insanlar ile bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur." İşte tam bu andan sonra Martin bir kez daha gönlümü kazandı ve kitabın sonuna dek de böyle kaldı. 

Kendisi bilgilendikçe diğerlerinin ne kadar bilgisiz olduğunu fark ettikçe o zamana dek çok yükseklerde gördüğü burjuvazinin aslında dar görüşlü ve sabit şeylere takılı kalmış insanlar topluluğu olduğunu görüyor. Martin Eden'de dönemin  sınıf çatışmasını, statünün önemini de gözlemleyebiliyoruz açıkça. 'Burjuva toplumun insanın değerini şöhret ve para ile ölçmesi' şeklinde bir ifade geçiyor kitapta, Martin bunu çok geçmeden fark ediyor. 
Benim dipnotlarım: 
London kitaptaki Brissenden karakterini yaratırken, en yakın arkadaşı George Sterling'den esinlenmiş. Martin'in yaşadığı Oakland bölgesi de Jack London'ın yaşadığı bölge. Martin'in gittiği Belediye Parkı da, Jack London'ın sosyalist düşünceler ile tanışmasının vesilesi. Martin'in halk kütüphanesinde destek aldığı kütüphaneci de Jack London'ın hayatı ile paralellik gösteriyor. Ruth'un Martin'e dilbilgisi dersleri vermesi de Mabel Applegarth ile Jack London arasında geçen bir ilişkiymiş. Keza Martin'in yazma dürtüsü ile kaleme aldığı eserleri de Jack London'ın yazdıklarının konuları ile büyük benzerlik gösteriyor. Martin'in bir dönem zor şartlar altında çalıştığı buharlı çamaşırhane ise London'ın California Üniversitesine devam edebilmek için girdiği iş. Kısaca Martin ile Jack arasında büyük paralellik olsa da sonları gibi onları birbirinden ayıran noktalar da yok değil. Bu nedenle "yarı" otobiyografik.
Dikkat yazının içindeki en rahatsız edici spoiler aşağıdadır (daha ne kadar verebilirsem tabi) 
"Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir sosyalistim. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü." demiş Jack London. 

"Karşısında yaşamaya değer bir şey vardı işte; kazanmak için savaşmaya, mücadele etmeye ve evet, uğruna ölmeye. kitaplar haklıydı. dünyada böyle kadınlar da vardı. karşısındaki onlardan biriydi. gencin hayal gücünü kanatlandırmıştı; gözlerinin önünde açılan kocaman aydınlık tuvallere saçılan devasa ve belirsiz şekillerde aşk, romans ve bir kadının uğruna girişilen kahramanlıklar vardı artık; solgun bir kadının bir altın çiçeğinin narına." 

11 Ağustos 2016 Perşembe

Great Gatsby ve Filme Uyarlanması



 "And I hope she'll be a fool. That's the best thing a girl can be in this world, a beautiful little fool."

Muhteşem Gatsby, Scott Fitzgerald'ın I. Dünya Savaşı sonrası kaleme aldığı, 20'li yılların Amerika'sını, kendi tabiriyle caz çağını ve Amerikan rüyasının çöküşünü anlattığı romanı. Kendisini olay örgüsüne kaptırmış ve onun dışında hiçbir unsuru önemsememiş bir okuyucunun dahi kavrayabileceği açıklıkta çıkarımlarda bulunmak mümkün ki 20'li yılların şatafatlı hayatı, caz dönemi ve insanların eğlence düşkünlüğü, savaş sonrası canlanmaya çalışan ekonominin oluşturduğu sınıf farklılıkları da bunlardan bazıları. Kitap, olaylara tanık olan Nick Carraway'in ağzından yazılmış. Haftasonları malikanesinde çok büyük partiler düzenleyen komşusu Gatsby'de 5 yıl önce kuzeni Daisy ile arasında yaşanmış aşkın takıntısı hala devam etmektedir ve Gatsby yıllar evvel imkanı olmayan her şeyi elde etmiş, geriye yalnızca Daisy kalmıştır. Her partiyi, evinin hemen karşı yakasında kocası ve çocuğu ile birlikte yaşayan Daisy'nin de bir gün katılacağı umuduyla  düzenlemekte ama Daisy bir türlü gelmemektedir. Gatsby, Daisy ile bir araya gelebilmek için Nick'i devreye sokmaya karar verir.
Muhteşem Gatsby yazıldığı dönemden beri operaya ve 6 kez de sinemaya uyarlanmış, en son uyarlaması da  2013 yılında yapılan Leonardo Dicaprio'lu olan vasat ötesi film. Kitabı okurken bu filmden haberdar olduğum için karakterler gözümde ister istemez o şekilde canlandı fakat kitabı okuduktan kısa bir süre sonra filmi izlemek gibi bir hataya düştüm. Tamamen hayal kırıklığıydı benim için. Filmdeki güzel tek şey görsellikti. Gatsby'nin malikanesi, kıyafetler, bazı sahneler tam zihnimde canlandırdığım gibi olmasına rağmen filmde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Belki de geçişlerin inanılmaz hızlı oluşu beni biraz kızdırmıştır. Hoşuma giden bir nokta da kitapta geçen diyalogların bir kısmının olduğu gibi filme aktarılmasıydı. Yine de sonuna dek izlemeye tahammül edemedim ve kapattım. Zihnimde kitap olarak kalmasını tercih ederim.
Dipnot: Filmin soundtracki güzel.

"İstersen altın şapkalar tak, eğer onu etkileyecekse
Yükseğe sıçrayabiliyorsan onun için de sıçra
Ta ki o "altın şapkalım, yükseklerde uçan sevgilim
                         Sen benim olmalısın." diyene kadar."

5 Ağustos 2016 Cuma

İyili Kötülü 7 Film


1.Danish Girl:  İzlediğim zaman hemen bir şeyler karalamak istedim bu film hakkında ama olmadı, aradan biraz zaman geçmesini bekledim. Bir yerlerde benim hissettiklerimi hisseden birileri var mı diye sağdan soldan yazılar okudum ve Einar'ın hayatı ile ilgili birkaç şey araştırdım. O kadar tuhaf, o kadar hisli, bambaşka ve gerçek bir hikayeydi ki Lili ve Gerda'nın hikayesi bir süre etkisinden kurtulamadım. Einar, yani Lili, tarihin ilk transeksüel insanı. Bu konuda düşünmeye ve araştırmaya sevk eden bi film olmasının yanında beni Gerda'nın koşulsuz aşkı ve desteği etkiledi. Eddie Redmayne'ın oyunculuğuna diyecek söz bulamıyorum fakat Alicia Vikender'in de ondan aşağı kaldığını düşünmüyorum. Her filmde göremediğimiz 20'li yılların Kopenhag'ı eşliğinde her şey mükemmeldi bence. Ama eleştirmenler tarafından sözde biyografik olarak değerlendiriliyor Danish Girl, nedenini bilemiyorum. Danimarkalı Kız için seçtiğim kelime "sarsıcı". Puanım 8.

 2. Closer: Closer için seçeceğim kelimeyi bulmakta epey zorlansam da "sıkışık" olduğunu söyleyebilirim. İnsan ilişkilerini karmaşıklaştırıp sevgi ve sadakat üzerine düşünmeye sevk eden bu başarısız filme ancak 5 puan verebilirim, çünkü güzel olan tek şey Natalie Portman'dı. (-tamam belki biraz Jude Law ve harika aksanı) İlişkiler ve insan psikolojisi adına birçok çıkarımda bulunulabilir ama hayatlar o kadar üst üste binmiş ve sıkışmış ki anlatılmak istenen her ne ise (hatta böyle bi gayesi olduğunu dahi sanmıyorum ama) aktarmakta başarısız oldu. Bir süre sonra akıştan ziyade konuşmalara odaklanıyorsunuz ve bu kadar aptalca olamaz diye düşünürken belki mantıklı ve bir yere not edilmeye değer bir cümle duyarım diye kulaklarınızı dört açıyorsunuz. İzlenmeye değer mi, belki. Imdb puanı çok şişirilmiş mi, evet (muhtemelen oyuncu kadrosundan kaynaklı). Güzel diyaloglar var mı, evet (belki de bu yüzden belki de I cant take my eyes of you şarkısından) https://www.youtube.com/watch?v=nv145tAEmYg


3.Coraline: İzlediğim en değişik animasyonlardan olan Coraline "be careful what you wish for" sloganıyla ihmalkar bi ailenin kızı Coraline'in evlerinde gizli bi geçit keşfedip diğer ailesine ulaşmasını konu alıyor. Kesinlikle bir çocuk filmi değil ki Coraline için seçtiğim kelime "ürpertici" oldu.  Veee 7 puan veriyorum. İzlerken birçok yerinde eğlensem ve ürpersem de bazı kısımlarında da sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Sıradışı animasyon izlemek isteyenler için hem kısa hem de etkileyici bi seçenek olacaktır. 




4.Blue Valentine: Bu şekilde bir başlangıç yapmak istemezdim ama Ryan Gosling ve Michelle Williams'ın başrolünde olduğu  bağımsız dram filmi olan Blue Valentine izlediğim en en kötü filmlerden birisiydi. (İzlediğim en kötü film için bkz: Submarine) 
Evli bir çift olan Derek ve Cindy'nin ilişkileri temelden yani kuruluşundan itibaren sorunlu ama yıllar geçtikçe içinden çıkılmaz ve çekilmez bir hal alıyor. Geçmişle bugün arasında gidip gelerek  bize bu sıkıntılı dönemi ve iki insanın birbirinden uzaklaşma raddesine gelişini anlatıyor. Filmdeki tek güzel sahne Derek'in ukulele çaldığı ve Cindy'nin sokakta dans ettiği sahnesiydi sanırım. (tamam belki Derek'in Cindy için seçtiği şarkıyı dinlettiği sahneden ve şarkıdan da etkilenmiş olabilirim. bkz: https://www.youtube.com/watch?v=H8rumyup0Os ) Puanım 4. Kelimem "çekilmez."

Not: Neden bilmiyorum ama My blueberry nights'a benzettim.


5.Sideways: Bitirdiğimde sevip sevmediğime pek emin olamamakla beraber üzerinde biraz düşününce birkaç sahnesinden dolayı sevdiğime karar verdiğim 5 dalda Oscar adaylığı ve Altın Küre ödülü olan Sideways için seçtiğim kelime "mütevazi". Kendi hallerinde ve şarap seven birkaç kişinin bir araya gelmesi ile ortaya hem samimi hem de anlatılacak bir hikaye çıkmış. Miles ve Jack bir haftalık bir yolculuğa çıkarlar, Miles'ın amacı Jack'in bekarlığa vedası adı altında gezmek ve güzel şaraplar tatmaktır ama Jack'in bu yolculuktan beklediği şey çok farklıdır. İki arkadaş bu yolculuk sırasında hayatlarına ve beklentilerine dair düşünme fırsatı bulacaklardır. En çok etkilendiğim ve "sevdim" dememe neden olan sahne Maya'nın şarap konuşmasıydı. "Şarabın yaşamını düşünmeyi severim. Evet. nasıl yaşam dolu olduğunu, üzümlerin yetiştiği sene neler olup bittiğini, güneşin nasıl parladığını, yağmuru düşünmeyi severim. Vesile olanları, onu toplayanları ve şarap eskiyse eğer -onlardan şu ana kadar kaçının ölmüş olabileceğini düşünürüm. Şarabın evrimine nasıl devam ettiği hoşuma gider. Yani, bugün bir şişe şarap açarsam tadı, aynı şarabı bir başka zamanda açmamda başka olacaktır. Çünkü bir şişe şarap aslında yaşamaktadır, devamlı evrim geçirir ve güç kazanır. Bu da senin 61'in gibi zirveye ulaşana kadardır ve daha sonra şaşmaz ve kaçınılmaz çöküşü başlar."
Puanım 6.5. 


6. Blue Jasmine: Sadece son sahnesi ve müzikleri için bile izlemeye değer (-tabi bir de Cate Blanchet var) bir Woody Allen filmi. Jasmine kocasının sağladığı sükseli hayattan çıkıp bir anda kendisini San Francisco'da kız kardeşinin yanında bulur. Sık sık kendi kendine konuşan ve geçmişte olan bitenlere saplantılı kalmış Jasmine kendine yeni bir hayat kurmaya çalışırken sık sık geçmişte olanları yeniden yeniden yaşıyor. Woody Allen filmlerinde konunun önemli olduğunu pek düşünmüyorum açıkçası. Hayatın içinden bi kısmı aktarıp, harika müzikler ve mekanlarla süsleyip,
 mükemmel oyuncularla çalışarak bize iyi filmler sunmayı başarıyor. Bilgisini ve kültürünü de filmin içinde bir sahnede gözüküp kaybolarak ya da birkaç diyalogun arasına sıkıştırarak üzerimize gözlerini dikip"ben Woody Allen filmiyim farkındasın değil mi?" diye sorarcasına kullanıyor bence. Ama malesef her filmi iyi değil. İyi bir oyuncuyu, görsellik ve sağlam müziklerle sunmak değil film yapmak. Blue Jasmine güzeldi fakat eksikti. O yüzden puanım 7. Seçtiğim kelime de "naif."
(Blue Moon; https://www.youtube.com/watch?v=NuCZDanw3aE )


7. Irrational Man: Ben bu film için adı gibi "mantıksız" kelimesini seçeceğim zira Woody Allen sanırım felsefik bir film yapma arzusu ile hareket edip klişe şekilde felsefe hocası bir ana karakter seçerek (devirelim o gözleri lütfen) basit ve mantıksız bir film yapmış. 5 puan veriyoruuum ve iyi ki Dostoyevski okuduğum döneme denk geldi diyorum.
---





24 Temmuz 2016 Pazar

Scent of a Woman


"You break my heart son. All my life I've stood up to everyone and everything, because it made me feel important."

Kadın Kokusu aslında 1974 yapımı İtalyan filmi Profumo di Donna'nın yeniden çekilmiş hali. Ama biz şimdi 1992'ye gidiyoruz ve bu filmin Al Pacino'lu versiyonunu izliyoruz. Kadın Kokusu, bir hata sonucu gözlerini kaybetmiş emekli yarbay Frank (Al Pacino) ile lise öğrencisi Charlie'nin (Chris O'Donnell) hayatlarının kesişim noktasını anlatıyor. Al Pacino'ya bir kez daha hayran olmama neden oldu, çünkü bu performansıyla izlediğim en iyi görme engelli film karakterine hayat verdi hem de hayatının ilk ve tek Oscar'ını aldı. Al Pacino bu role hazırlanabilmek için 6 ay körler okulunda kalmış, bir süre sonra sabit bir noktaya bakmaktan dolayı gözleri bozulmuş ve gözlük kullanmak zorunda kalmış. 
O kadar etkilendim ki, bu da benim için yeniden izlenebilir filmler arasında yerini aldı. Basit bir senaryo ve kurgu olsa dahi Al Pacino'nun müthişliğinden dolayı filmi izlediğime pişman olmazdım ki bu oyunculuğa kurgu, görsellik, iyi bir soundtrack ve tango eklenince bir filmden daha fazlasını bekleyemem diyorum.


Bu o meşhur tango sahnesinden. (https://www.youtube.com/watch?v=F1ctv7Thtw4)
Hayatına sona vermekte kararlı olan bu adamın yapmak istediği son şeylerin arasında güzel kokan bir kadınla tango yapmak olduğu gibi medeniyetin kalbinde (Waldorf Astoria/NY) birkaç gece kalmak, iyi bir yemek yemek de var. "Tangoda hata olmaz, tango hayata benzemez. Basittir, bu yüzden muhteşemdir."diyor kör olmadan önce her şeyi yeterince gördüğünü söyleyen Frank.

                         








22 Temmuz 2016 Cuma

Matilda

Bu film için seçtiğim kelime "tuhaf."
Tuhaf bir ailede doğan, tuhaf şekilde üstün bir zekası ve olağanüstü bazı güçleri olan Matilda'nın tuhaf yaşantısını konu alıyor. Matilda, aslında bir çocuk kitabı fakat 1996 yılında filmi çekilmiş, üstelik 2010'da da Royal Shakespeare Company tarafından da müzikali yapılmış.
"Everyone is born but not everyone is born in the same" diye başlıyor film ve Matilda da bu farklı doğanlardan. Bana kalırsa olağanüstü güçlerini ve kıvrak zekasını bir kenara bırakırsak (hatta bırakmasak dahi) Matilda ailesinden ve Trunchbull'dan çok daha normal birisi.

Doğduğu andan itibaren gelişmesi ve büyümesi için yeterli desteği ailesinden bulamayınca işi eline alıyor ve her şeyi, okumayı bile, kendi kendine öğreniyor. Babasından bir kitap istediğinde "Ne yapacaksın bir kitabı? Televizyondan her şeye daha hızlı erişebilirsin." cevabı alan Matilda daha küçücük yaşta kütüphanenin yolunu tutuyor ve yalnızlığını  kitaplar ile gideriyor. Evde yalnız kaldıkça bir yetişkin gibi her şeyi hallediyor ve okul çağına geldiğindeyse yüzleşmesi gereken daha büyük bir problem beliriyor hayatında. Neyse ki öğretmeni Miss Honey dünyanın en iyi öğretmeni ve onunla birlikte hem Miss Honey'in geçmişine bir yolculuk yapacaklar hem de Matilda ve diğer öğrencilerin korkulu rüyası Trunchbull ile mücadele edecekler.
Matilda, gülümseten filmler listesinde hızla yükselişte.

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Kış Uykusu

"Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?"
Hemen, taze taze yazmak istedim çünkü uzun zamandır diyaloglarından, görselliğinden ve oyunculuklarından bu denli etkilenip "çok beğendim"diye başından kalktığım bir film izlememiştim. Bahsettiğim film Nuri Bilge Ceylan'ın 2014 yılında Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ve En İyi Film ödüllerini aldığı Kış Uykusu.  3 saat 16 dakika olduğu için bu zamana dek izlemeyi hep ertelemiştim fakat filmin ilk kurgusunda süresinin 4 buçuk saat olarak belirlendiğini ardından 3 saat 16 dakikaya kısaltıldığını da belirtmem gerek. Film ile ilgili birkaç noktaya dikkat çekmek dışında söyleyeceğim pek bir şey yok.  Öncelikle doğanın kullanımı tam Nuri Bilge Ceylan'a göre olmuş, her kısım özenle fotoğraflanmış gibi mükemmel.


Film bence entelektüellik teması üzerine kurularak toplumdaki sınıf farklarını sezdirmeden anlatma amacı taşıyor. Süper bir sinema eleştirmeni de olmadığıma göre yanılıyor da olabilirim, sonuçta ödüllü filmlere konu tespiti bakımından pek güven olmaz, ama bu kadar çok entelektüel sohbetin geçmesi ve üst sınıf her karakterin (Aydın ve Necla) sürekli kafa yordukları bazı konuların olması, kurdukları cümlelerdeki kelimelerin dahi özenle seçilmiş olmasına başka bir anlam yükleyemedim doğrusu.  Değinmek istediğim bir diğer nokta mekanlar. Mekanlar sanki tiyatro sahnesiymişçesine düzenlenmiş, özellikle Aydın ve Nihal'in konuştukları oda, İsmail ve Nihal'in konuştukları eve sonradan eklenen oda, Aydın'ın çalışma odası. Hatta otelin lobisi ve mutfak bile düşünülerek hazırlanmış gibiydi. Dekor, duvarda asılı resimler ve tiyatro-sinema afişleri, fotoğraflar çok güzel ve dikkat çekiciydi.


 Üçüncü bir nokta ise müzikler. Kendimi Godfather izliyormuş gibi hissettim bazı yerlerde, o kadar itinayla seçilmişti ki. (bkz.Schubert)
 Çok çok sevdiğim 4 tane sahne var. Bunlar,
1. Aydın'ın Nihal'e "neymiş benim suçum?" diye sorduğu sahne ve diyaloglar.
2. İsmail'in Nihal'in verdiği paralar hakkında konuşması
3. Necla ve Aydın'ın çalışma odasındaki tartışmaları
Haluk Bilginer tam bu sahnede "Valla ben evim, odam, kitaplarım neredeyse kendimi oralı hissederim, başka bir yere de ihtiyaç duymam. Bu insanın kendine bir dünya yaratabilme kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey." demişti. Kesinlikle öyle.
 4. Levent öğretmen ile Aydın'ın Shakespeare atışmaları da harikaydı. Kaçırıdıklarım da olabilir fakat epey bi alıntılama vardı. "Vicdan güçlüleri korkutmak için düşünülmüş korkakların kullandığı sözcükten başka bir şey değildir."
"Aldanmak, yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. Her sabah parlak işler tasarlar, gün boyu budalalık ederim."


-son-





14 Temmuz 2016 Perşembe

Genç Werther'in Acıları

Aydın kesimin birçok özellliğini bünyesinde barındıran, kalabalık şehirden kaçıp Walheim'a yerleşmiş ve bu süre zarfında yaşadığı tüm duyguları mektupları ile Wilhelm'e aktarmış genç ressam Werther'in hikayesine, mektup arkadaşı Wilhelm'in bir araya topladığı mektuplar ve bazı notlar aracılığı ile dahil oluyoruz. Yazıldığı dönemi de dikkate alarak kitabın anlatımına ağdalı ve abartılı diyemeyeceğim zira 1774 senesinde ilk baskısı yayımlanmış ve ardından edebiyat dünyasına büyük bir yankı getirmiş. Sıradan aşk hikayelerinde olduğu gibi burada da başkasına aidiyetten doğan imkansızlık var. Ama Werther'in bunları ifade edişi, yaptığı benzetmeler ve aşama aşama kaydettiği ruhsal çöküntüsüyle yaşadığı acıları mektuplarına aktarışı sanırım konuyu sıradanlıktan uzak tutuyor. Werther'in, Albert ile nişanlı, sonrasında evli olan Lotte'ye olan aşkı ve imkansızlığını bilmesine rağmen ona olan bağlılığı Lotte'nin de ifade ettiği gibi üzülmeye olan meyli yüzünden gibi geldi bana. "Sizin için üzülmekten başka bir şey yapmayan bir insana duyduğunuz üzücü bağlılığa bir son verin. Kendi kendinizi kandırdığınızı, bilerek kendinizi mahvettiğinizi anlamıyor musunuz? Niçin ben Werther? İlle de ben, niçin başkasına ait olan ben? Korkarım bu arzuyu sizin için bu kadar cazip kılan şey bana sahip olmanızın olanaksızlığıdır." demişti Lotte. Kitabın başından beri bu konuşmaya ve Werther ile Lotte'nin yaşadıkları yakınlaşmaya dek ben de aynı şeyi düşündüm ve Werther'in abartılı aşkını tamamen sanatçı ruhlu ve duygusal oluşuna bağladım.

Werther ile Goethe'nin yaşamını bağdaştırmamız mümkünmüş, zira Werther'in düşünceleri ve yaşamında otobiyografik izler varmış. Bir yerde okuduğuma göre Goethe kendisi intihar etmeye cesaret edemeyip bunu Werther aracılığı ile yapmış. Ve ve ve cidden kitaptaki anlatım tarzı ve abartılılığın kaynağı olan şey de Goethe'nin Genç Werther'in Acıları'nı "coşumculuk" denen akım ile yazmış olması olabilir.
Roman yayınlandıktan sonra Werther salgını adı altında dönem gençlerinin Werther gibi giyinip kuşanmasına ve peş peşe intiharlara sebep olmuş. Yandaki görsel ise 1997 yılında Seattle Opera'da oynanan oyundan.

Şu anki düşünce yapımla bundan yüzlerce yıl evvel yazılmış kitapları okumak ve o döneme göre düşünmek benim için çok zor, muhtemelen bu nedenle klasik okumaktan hep kaçınıyorum. Werther benim için klasik kitaplara bakış açımı değiştirmeme neden olan kitaplardan biri oldu diyebilirim.
“İnsan doğası, diye sürdürdüm konuşmamı. Sınırlı: sevinç, üzüntü, acıya belli bir dereceye kadar katlanabiliyor ve bunun üstüne çıkınca mahvoluyor. Burada sorun birinin zayıf ya da güçlü olması değil. İster psikolojik ister fiziksel olsun, duyduğu üzüntünün miktarına tahammül edebilmesi ya da edememesi. Bana göre, yüksek ateşten ölen birine korkak demek ne kadar uygunsuzsa yaşamına son veren biri korkaktır demek de o kadar tuhaf.”

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Tespih Ağacının Gölgesinde

Bülbülü Öldürmek, okuyanların birçoğunda derinden izler bırakmış, birçoğunun en sevdiği kitaplardan birisi olmuştur bence. Bu benim için de geçerli. Harper Lee 55 yıl aradan sonra Jean Louise Finch'in hikayesini devam ettirip kitapçıların raflarında yerini bulduğunda epey şaşırdım zira geçtiğimiz yıl Bülbülü Öldürmek'i bitirirken ikinci bir kitap daha geleceğini tahmin bile etmemiştim. Birkaç gün evvel büyük heveslerle okumaya başladığım, ilk 100 sayfası su gibi akıp giden fakat sonlara doğru içimi sıkan kitap, Bülbülü Öldürmek'in hissettirdiklerini pek de hissettiremedi bana. Haksızlık etmek istemiyorum ama benim gibi düşünen birçok insan olduğuna inanıyorum. 
Bülbülü Öldürmek'te küçücük bir kız çocuğu olan Scout'u kendime öylesine benzetmiştim ki, 20 yıl aradan sonra Maycomb'a dönüşünde de kendimden izler buldum. Belki de kitaba haksızlık etmek istememe nedenlerimden birisi de budur. Bülbülü Öldürmek'te her şeyi Scout'un ağzından dinlerken burada üçüncü kişinin anlatması da işleri biraz karıştırmış açıkçası. Bülbülü Öldürmek'i çok seven ve büyüsünün bozulmasını istemeyenler varsa okumamalarını tavsiye ederim. Yine de kitap da öyle kısımlar var ki, biraz hayal kırıklığı yaratsa da sırf bu kısımlar için okumaya değer. Özellikle sonlara doğru Atticus ile Jean Louise arasında geçen "yanar dönerli" konuşma için. 

"Hemen hemen aşıktı Hank'a. Yo olanaksız bu diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan su götürmez tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya sevmiyorsun" önermesi geçerli."

"Şüpheler, güvensizlikler içinde doğmak ve hayatını bütün erkeklerin kötü yaratıldığı önermesine adamak."

"Bir adam sana, "İşte gerçek bu " diyorsa. Sende ona inanıyorsan, sonra da söylediği şeyin gerçek olmadığını keşfediyorsan, hayal kırıklığına uğrar ve bir daha onun tuzağına düşmemek için dikkat kesilirsin."

“Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: Her ikisi de mantığın bittiği yerde başlar.”
''Şunu da hep hatırla: Geriye bakıp, düne, on yıl önceye bakıp o günkü halimizi görmek her zaman daha kolaydır. Zor olan, şu anki bizi görmektir. Bu beceriyi edinebilirsen, yuvarlanıp gidersin.''


Not: Jem konusunda çok üzgünüm.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

'En Kısa Gecenin Rüyası'

Çok değil, birkaç gece önce saat 11 sularında Moda Sahnesinden çıkmış, Bahariye Caddesinden aşağı doğru yürüyordum. Bu güzel oyunun, bu harika oyunculukların ve profesyonel metnin bana hissettirdiklerini bir an önce paylaşmak istedim. Öncelikle En Kısa Gecenin Rüyası, Shakespeare'in bildiğimiz 'A Midsummer Night's Dream' yani Bir Yaz Gecesi Rüyası. Yalnızca farklı bir isimle çevrilmiş ve uyarlanmış hali. Daha evvel İstanbul Devlet Tiyartolarında izleme fırsatı bulmuştum. Saflığıma denk gelmiş olacak ki bir an bu oyunu farklı bir oyun sanarak aldım biletleri zira oyunun bu şekilde çevrilmiş halini hiç duymamıştım. Ama oyun başladı ve Thesesus ve Hippolyta sahneye girdi, biraz ilerledikçe beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü bu bildiğin benim DT'de izlediğim oyunun aynısıydı. Buna biraz canım sıkılsa da oyunu izledikçe (Mert Fırat'a ağzım bir karış açık bakarken) aynı oyunun farklı uyarlamalarını izlemenin aşırı keyifli olduğunu fark ettim. Bir metin bu kadar farklı bakış açıları ile ele alınabilirdi. Oyunu izlerken bir yandan diğer oyunla kıyaslıyor, ortak ve farklı yönlerini oyun sonrası tartışmak için heyecan duyuyordum.
En Kısa Gecenin Rüyası Shakespeare'in komedi türündeki en meşhur oyunu. Oyun içinde oyun söz konusu, ana temanın yanına bir de Atina halkının sergileyeceği tiyatro oyunu katılmış ve Shakespeare bu noktada sınıf farkına dikkat çekerek toplum eleştirisi yapmaktan geri kalmamış. Oyun bittikten sonra hemen ertesi sabah, daha kahvaltı bile yapmadan rafımdan alıp Bir Yaz Gecesi Rüyası metnini okudum. Böylece bir anda oyunun 3 halini birden görmüş oldum.
Oyunla ilgili kısa kısa yorumlar yapacağım. Öncelikle DT'dekinden birçok açıdan ayrılıyor. Dekor neredeyse hiç kullanılmamış, buna rağmen o ufacık sahnede olup biten ne varsa dekor varmışçasına seyirciye aktarıldı. Kostümler başarılıydı. Oyunculuklara söyleyecek olumsuz hiçbir şeyim yok. Melis Birkan ve Mert Fırat o aptal ve karşılıksız aşık rolünü mükemmel çevirdiler. Thesesus rolündeki Timur Acar için de mükemmel bir iş çıkardığını hatta akşamın yıldızı olduğunu söyleyebilirim.
Hep Shakespeare oyunlarının sıkıcı olduğunu, uzuuun tiradlar ile insanları bıktırdığını söylerler. Aksine, oyun öyle hızlı ve canlı aktı ki, atılan uzun tiradlar ve başı sonu belli olmayan cümleler bile hızla anlam kazandı.
Moda sahnesi, sahne düzeni olarak daha önce gördüğüm sahnelerden farklı. Sahne ortada ve seyircileri A blok ve B blok olarak iki yana yerleştirmişler Oyuncular da ona göre iki yöne bakarak da oynadılar.


Ah, afişe biraz olsun baksaydım sadece o eşek kafasından Bir Yaz Gecesi Rüyası olduğunu anlayabilirdim. Yaptığım hatadan pişman olduğumu söyleyemem. Levent Üzümcü'yü de Devlet Tiyatrolarından uzaklaştırılmadan evvel izleme fırsatı elde etmiş oldum böylece iki büyük oyuncuyu aynı rolü devleştirirken seyredebildim. 
"Senin erdemin benim ayrıcalığım
    Çünkü bana göre bütün dünya sensin
    Yani nasıl yalnız olurum bütün dünyanın
    Gözü bana çevrilmişken?"

18 Haziran 2016 Cumartesi

Brooklyn Film

Afişini gördükten sonra modumu düzeltecek neşeli bir film gibi geldiği için izlediğim Brooklyn'i beğenmemin nedeni, aslında beklediğim gibi olmamasıydı. İngiliz ve İrlanda ortak yapımı filmin bir kısmı İrlanda'da bir kısmı New York'ta geçiyor. Kostümler, dekor ve mekanlar o kadar canlı ki afişinden yorumlayarak neşeli bir film olduğunu düşünmemin nedeni de sanırım buydu.

Romandan uyarlama filmin konusundan kısaca bahsetmem gerekirse, 50'li yıllarda durumu pek parlak olmayan İrlandalı genç bir kız olan Ellis çalışmak ve yaşamak için kız kardeşi ve annesini arkasında bırakarak Amerika'ya gidiyor. Brooklyn'de yatılı bir evde kalırken yaşadığı aile özlemi ve çektiği sıkıntıların ardından bir süre sonra kendini Tony adında bir İtalyan'a aşık olmuş buluyor. Filmde bazı detaylar çok kısa geçiştirilse de beğendiğimi söyleyebilirim. Ellis'in kıyafetleri, 50'lerin detaylı aksesuarları, eski bavullar gibi  incelikler ve İrlanda ile Brooklyn arasındaki keskin farklar çok güzel aktarılmıştı. İzlemeye değer.



9 Haziran 2016 Perşembe

Profesyonel-Oyun

Sırp yazar Dusan Kovacevic imzalı 1990 senesinde yazılmış Profesyonel oyununu izleyeli epey uzun zaman oldu, ara sıra aklıma geliyor ve yazmam gerektiğini düşünüyorum.
 Bu zamana dek birçok oyun izledim, bazılarında duygulandım ama hayatımda ilk kez bir tiyatro oyununda ağladım. Sesleri, duruşu, konuşmaları, oyunculukları harika olan iki adam Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler, hayatımda izlediğim en gerçekçi oyunun içine aldılar beni. Oyun bir kara mizah örneği, birçok yerde katıla katıla gülerken saniyesinde gözleriniz alev almışçasına yanabiliyor.
Ana karakter Thea, kendi geçmişini, hayat hikayesini uzun yıllar kendisini izleyen bir üçüncü kişinin ağzından dinliyor. O hayatı yaşayanla, hayatın yansıdıklarından nasibini alanların algıladığı gerçeklik birbirinden öylesine farklı ki, bir anda bu iki karakteri birbirlerine sığınırken, anıların içinde kaybolmuş halde buluyoruz. Birbirlerine sarılmaları, ağlamaları, içkiler içmeleri, bavuldan çıkanlar, Thea'nın annesinin mektubunu okurkenki hüznü, Bülent Emin Yarar'ın olağanüstü mimikleri, Thea'nın daktilosu... Oyun özel hayattan bir parça gibi gözükse de aslında siyasal irdelemeler barındırıyor. Yugoslavya'da siyasal düzenin değişimi öncesi ve sonrası farkları sistem eleştirisi şeklinde ortaya koyuyor.

Oyunla ilgili beni en çok etkileyen şey de Yetkin Dikinciler'in (Thea) sahneye adım attığı andan itibaren seyirci ile kurduğu bağ ve insanı birdenbire oyunun içine alması. 1 saat 45 dakika boyunca gözümü bile kırpmadan izledim ikisini de. Bülent Emin Yarar'ın gözyaşlarını gördüğüme yemin edebilirim! Hele bir de dans sahneleri vardı ki oyunun müziklerine değinmeden geçemeyeceğim. Başından sonuna dek çaldığında hayranlıkla dinlemediğim tek bir müzik olmadı. Dans sahnesinde çalan müziği bulabilmek için biraz uğraştım ve nihayet buldum:
https://www.youtube.com/watch?v=1CkGRuwkL4M
Ben bu oyunla ilgili söyleyecek çok fazla şey bulamıyorum, o akşamı düşündükçe heyecanlanıyorum. Önümüzdeki sezon yeniden sahnelenecekse, bilet peşine koşmanın heyecanını tekrar yaşamak istiyorum. Bilet demişken, bu oyuna bilet bulmak biraz sıkıntılı. Ekşi'de bir arkadaş Galatasaray Real Madrid maçına daha kolay bilet bulduğunu söyleyerek sıkıntının boyutunu aktarmış. O nedenle sabah 10'da sıraya girip gişeden almanızı tavsiye ederim. Belki siz de birini pembe karanfil demeti ve iki biletle uyandırıp sevindirirsiniz.
Dipnot: Oyunun 2002 senesinde filmi de çekilmiş.
Dipdipnot: Bu oyun 2010 senesinde Bülent Emin Yarar'a Afife Tiyatro Ödülleri, Yetkin Dikinciler'e ise 8. Tiyatro Ödüllerinden 'Yılın Erkek Oyuncusu' ödüllerini kazandırmış.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Sırça Fanus-Slyvia Plath


Okurken bana rahatsızlık veren ve bitirdikten sonra haftalarca düşünmek zorunda kaldığım kitapları seviyorum. Uzun zamandır okumak istediğim ama ancak bu yaşımda fırsat bulduğum Sırça Fanus’u birkaç ay evvel bir solukta okudum. Herkesin içinden geçmeyen konuları anlattığı için herkes tarafından sevilmeyen ama popüler kültürün esiri olmuş bir kitap. Yıllardır çok satanlarda, kitapçıların vitrinlerinde gördük onu.  Yaşamını intihar ederek sonlandırmış yazarlara karşı ilgi duyduğumdan ve kitabın konusunu önceden bildiğimden okumaya can atıyordum. Tezer Özlü gibi karanlık, hayatta pasif kalma olgusunun izini sürebileceğim, yaralar ile dolu bir kitap beklerken beni gerçekten farklı bir şeyin içine aldı Slyvia Plath. Sırça bir fanusun içinde olduğumu kitabı okurken de kitabı bitirdikten sonraki birkaç hafta da hissetmeye devam ettim.
Üniversiteli genç bir kadının kurgusal hayatından bir kesiti anlatıyor gibi gözükse de kitap oldukça otobiyografik. Kitabı bitirdikten sonra Plath’in hayatı hakkında epey bilgi edindim ve benzerlik beni dehşete düşürdü.
Kitabın konusundan kısaca bahsedeceğim yalnızca. Genç bir kadın olan Esther Greenwood’un yaşadığı dönemsel çalkantılar, depresif kaygılar, psikolojik bunalımlar ve intihar girişimleri kendi ağzından anlatılıyor.  Yaşadığı çöküş öyle kademeli gidiyor ki, farkında bile olmadan okurken işlerin nasıl buralara geldiğine şaşırırken buluyorsunuz kendinizi.
“Tıpkı bir kasırganın merkezindeki sakin bölge gibi durgun ve bomboştum,çevremdeki karmaşanın içinde yuvarlanıp gidiyordum.
Kitabı okurken çok fazla gerildim. İntihar etme fikrini aklından bile geçirebilen insanları yaftalamayı çok seven bireyler olduğumuz için intihar fikri hep ilgimi çekmiştir. Bir insanın kendi yaşamına kendi elleri ile son vermesi, verebilmesi, bunu yapmayı düşünecek ve icraata geçirebilecek kadar hayattan bağlantısını kesmek istemesi fikri hem ürpertici hem de insanın kaderinin insanın ellerinde olduğunu destekler nitelikte. Kitaptaki bölümleri okudukça ve Esther çevresinde olup bitenleri benim gözümle görüyormuşçasına anlattıkça çok gerildim. Belki birçok kişi bu kitabı okuyup bir kenara attı ama ben bunu yapamıyorum. Kitabı okurken öfkelendim.  Nasıl aklımdan geçenler bir kağıt parçasının üzerinde, süslü kapağı ile elimde duruyor olabilir dedim.
Esther kendi hayatından bir şeyler aktardıkça zerre kadar kendi hayatımla ilgisi olmayan bir hayattan kendimi görüyordum. İncir ağacından bahsediyordu Esther ve tıpkı benim gibi karar veremeden ayaklarımın dibine düşüyordu seçenekleri. Beni ürperten hem intihar girişimlerinin apaçıklığı hem de bu denli yansıma görmekti belki de.
Kitapta birçok feminist çıkarma da görebiliyoruz ve bu Esther’in fikirlerini tek bir çizgi üzerinde değil de yelpazelenmiş şekilde hayatın her alanındaki rahatsızlıklarını gözlemleme şansını veriyor bize.  “Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği oysa bir erkeğin biri temiz, öteki kirli iki yaşantısı olabileceği düşüncesi beni çileden çıkarıyordu.
"Bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi. ''
Sonuç hep aynı. Kitabı okurken de okuduktan sonra da zaten hep var olan Sırça Fanus’umun üzerime baskı yaptığını daha fazla hissettim. “Sırça Fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür


Not: Kitabın Kırmızı Kedi baskısının kapağını zerre kadar beğenmedim. Sanki kitabı okumamış birisine kitabın New York'ta moda ile ilgilenen bir kız hakkında olduğunu söylemişler ve ona göre bir şey çizivermiş gibi.

Buraya da Slyvia Plath hayatı ile ilgili kısa bir bilgiye ulaşabileceğiniz link bırakıyorum:






21 Mayıs 2016 Cumartesi

BİR HAVALİMANI YAZISI

“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?” demişti Sabahattin Ali. Bir insanı tanımak, anlamaya çalışmak, hayatına almak, hayatı hakkında bilgi edinmek, sevdiği ve nefret ettiği şeyleri öğrenmek ve değer vermek o kadar zor ki, ön yargılarımız, onlardan kurtulsak bir nebze rahatlayacağımız şeylerin önüne duvar gibi dikiliyor. İnsanları gözleyerek onlar hakkında birçok şeyi öğrenebileceğimize inanıyoruz ve bazen öyle bir şaşırıyoruz ki kurguladığımız her şey çöpe gidiyor. Adını bile bilmediğimiz yüzlerce surat görüyoruz, metroda, otobüste, okulda, işte, sokakta, ve haklarında fikir yürütüyoruz elimizde olmadan. 
Toplu ortamlar insanları gözlemek için en ideal yerler. Duygu değişimlerinin en sık ve en yoğun yaşandığı, en çok çeşit insanı görebileceğimiz noktalar çünkü. Bunlardan birisi de havalimanları. 
Havalimanları, insanların kilit ayrılma ve buluşma noktaları ve benim en uğrak alanlarım. Hayatımın hiçbir dönemini bu denli ayrılıklı, bu denli özlemli ve dolayısıyla da bu denli kavuşmalı geçirmemiştim. Hiç tanımadığım ve muhtemelen hayatım boyunca karşılaşmayacağım insanların telefon görüşmelerine kulak misafiri olmak, onların koşturmacalarına tanık olmak, hayatlarını hiç bilmediğim insanların hayatlarını merak etmek tuhaf bir duygu. Havalimanları, insanların belki de en umarsız en duygusuz olduğu yerler. Herkes bir yerlere yetişme telaşında, herkes bir kargaşadan, yoğunluktan çıkıp uçaklarının kalkmasını beklerken nefes alma şansı elde etmiş, sudan çıkmış balıklar sanki. Takım elbiseleri ile, topuklu ayakkabıları ile, laptop çantaları ile, kulaklarına yapışmış o telefonlar ile yetişmeleri gereken yerlerin telaşına öyle kapılmışlar ki, ailelerinden, sevdiklerinden ayrılan tek tük insanları görmeden ilerliyorlar. Belki durup düşünmeye de vakit bulamıyorlar ama bir kenarda kocasından yeni ayrılmış bir kadın eski hayatına dönmekte,  bir kenarda babaannesinin ölüm haberini almış bir genç adam okulunu, işini bırakmış ve bu hayatın ölümlü olduğunun farkına varmanın verdiği boşluk hissi ile beklemekte. Kimisi kaldığı dersin bütünlemesi için orada, kimisi tatil planları için, kimisi kendi hayatından 2 günlüğüne kaçmakta kimisi ise yeni bir hayat kurmaya gitmekte. Dönüp bakmıyoruz. Kimse birbirine bakmıyor havalimanlarında. Beklerken kimse kimse ile göz göze gelmiyor ve merak etmiyor. 
Birilerinin benim yaşantım hakkında çıkarımlarda bulunmaya çalıştığını, giydiğim şeyle, kolumdaki çantamla, elimdeki kitabımla beni yargıladığını düşünmek bile ürpermeme neden oluyor.
Bilemem diyorum. Kimin hangi sorunla boğuştuğunu bilemem. Sonra o söz geliyor aklıma yine. Peynirin evsafı. Peki ya insanın evsafı?

27 Nisan 2016 Çarşamba

Sartre, Bulantı ve Varoluşçuluk

Yüzlerce suratın arasından geçip, evime ulaşmak için metroya bindiğimde  Roquentin'in kapıldığı cinsten bir bulantı kapladı içimi. Tam karşımda oturan, sabahın en erken saatinde kalkıp hazırlanıp, janti takımını çekmiş, lacivert çoraplarını ve cilalanmış parlak ayakkabılarını giymiş, deri evrak çantasını almış yaşlı adamı gördüğüm anda. Bir günlük tutsam ve yaşadıklarım yerine içimi kaplayan, gün geçtikçe artan bu bulantıyı karalasam ortaya bir bulantı kitabı çıkarmaya yetmem.
Bulantı, Fransız düşünür J.P Sartre'ın yazdığı ilk edebiyat eseri. Sartre fikirlerini hayatının son demlerine kadar varoluşçuluk akımı etrafında şekillendirmiş, Bulantı'da da bunun izlerini açıkça görüyoruz. Varoluş kavramı ve bu felsefi akımın dayadığı düşünce nedir peki? Varoluşçuluk,bireyin varoluşunun özden önce geldiğini söyler. Birey, varoluşu etrafında şekillenir. Sartre'a göre insanın kaderi önceden belirli değildir ve bireyin özü insanın kendi kararları ile şekilleneceği bir yöne götürecektir onu. Yaşamı anlamlandırma gerçeklik temelinde mümkündür. Varız, ve varlığımızın bir anlamı yok. İnsanı tanımlayansa onun verdiği karalardır. Bu akım, bireyin toplumdan kendini soyutlayarak, anlam arayışına girdiği ve bununla beraber umutsuzluğa sürüklendiği bir akım gibi gözükse de Sartre bir röportajında hayatı boyunca kendisini bir gün bile ümitsiz hissetmediğini söylemiş. Zira varoluşçuluk tanımında "İnsanın yaşamına yol veren ve her gerçeğin, her eylemin bir çevreyi, bir insancıl öznelliği kucakladığını gösteren bir öğreti" olduğunu da belirtmiş. Varoluşçuluğun bireyin maddi varlığına bir anlam katma çabası olduğunu düşünüyorum.  Varoluşçuluğu anlamak için Le mur" (Duvar) isimli kitabının önerildiği bir yazı okumuştum. Ayrıca bu akımın öncüsü Sartre 'ın hayatının sonuna doğru varoluşçuluk akımını terk etmiş olduğunu biliyorum (hatalıysam düzeltin)Bulantı'nın temelinde bir çaresizlik hissi var. Ana karakter Roquentin'in dünyaya beslediği tiksinme hissi. Karakterin varoluşçu düşünceler temelinde değişimi gözlemliyoruz.

Şüphesiz okuduğum en iyi kitaplardan birisi Bulantı, o yüzden altını çizdiğim birkaç yeri eklemek istiyorum. 
"Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık.""İnsan yalnız yaşayınca, bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor, dostlarla birlikte, inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor.""Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek.""Bu sokakta katil de, öldürülecek adam da bulunmadığı için cinayet işlenmez.""Oysa ben üç yıldan beri öyle durgun bir hayat yaşıyorum ki! Bu acıklı yalnızlıklar bomboş bir katışıksızlıktan başka bir şey vermez bana."
"Anılarımı yormak istemem. Ama bu çabam boşa gidiyor, onları yeniden hatırladığımda, birçoğunun donup kalmış olduğunu görüyorum."
"Şimdinin içine fırlatılmış, orada kalmıştım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum."
"Yalnızım şimdi ama yapayalnız değilim, O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor."
"Farkında olmadan kendisine her leyden çok bağlandığım bir şey vardı."
"Bir şey sona ermek için başlamıştır."
"Her ana bütün varlığımla sarılırım.Onun yerine başkasının konulamayacağını, onun başkasına benzemediğini bilirim.Ama onu yitip gitmekten alıkoymak için de  bir şey de yapamam."
"Bir kadın, bir dost, bir kent bir kerede terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten."
"Susmak onların doğal hali sanki. Konuşmak da ara sıra geçirdikleri bir nöbet."
"Hiçbir şey değişmedi ama yine de her şey bir başka biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen benim. Bir roman kahramanı gibi mutluyum."
"Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim."

"Anny, zamanın sunabileceği her şeyi zamandan koparmasını bilirdi. O'nun Cibuti'de, benim de Aden'de kaldığım sıralarda, bir günlüğüne onu görmeye giderdim. Dönüşüme bir saat kalana kadar Anny, yirmi dört saatin yirmi üçünü boş yere harcatmak için bir yığın tatsızlık çıkarırdı. Saniyelerin tek tek geçtiğini insan işte bu son altmış dakikada anlar, duyar. Bu korkunç akşamlardan birini hatırlıyorum şu an. Geceyarısı dönmem gerekiyordu. Bir yazlık sinemaya gitmiştik, ikimiz de umutsuzduk. Ne var ki zamanı yöneten oydu. Saat on birde, asıl film başlarken, tek bir sözcük söylemeden elimi avuçlarına alıp sıktı. Buruk bir kıvançla dolduğunu duydum yüreğimin ve hiç bakmadan, saatin on bir olduğunu anladım. İşte bu andan sonra zamanın dakika dakika akıp gidişini duymaya başladık. Bu kez üç aylığına ayrılıyorduk birbirimizden. Bir ara beyaz perdede ışıklı ak bir görüntü belirdi, bu yüzden salondaki karanlık azaldı, Anny'nin ağladığını gördüm. Sonra tam geceyarısı, son bir kez iyice sıktıktan sonra bıraktı elimi, kalktım, tek bir söz etmeden ayrıldım. Güzel bir iş yapmıştı."
"Geçmişte kalan bir kimseyi düşünmek bile elden gelir mi acaba? Birbirimizi sevdiğimiz sürece en önemsiz yaşantılarımızın en hafif acılarımızın bile bizden koparak geride kalmasına göz yummamıştık. Sesleri, kokuları, gün ışığüının küçük ayrımlarını hatta birbirimize açıklayamadığımız düşüncelerimizi bile alıp götürmüştük.  Bütün bunlar canlılıklarını yitirmediler. Bugün bile bize ya acı ya da sevinç veriyorlar. Bir anı değil, söndürülemez ve yakıcı bir aşk, geriye çekilmek, gölgeye ya da kuytuya sığınmak olanaksız."
"Hayatımla ilgili olarak bildiğim her şeyi kitaplardan öğrendim gibime geliyor.""Aileler anılarının ortasında, evlerinde bulunuyorlar şimdi. Biz de burada anısız, iki yıkıntıdan başka bir şey değiliz."
"Benim için hiçbir şeyin önemli olmaması çok acayip, korkuyorum bundan."“Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”
"Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar."
Kitapta geçen şarkı da burada;
https://www.youtube.com/watch?v=ijmpTlN3HRI


25 Nisan 2016 Pazartesi

Le magasin des suicides

En son izlediğim film Fransız yapımı hem müzikal hem animasyon olan İntihar Dükkanı. Orijinal adıyla 'Le magasin des suicides'.
İntihar etmenin yasak olduğu bir ülkede, insanların intihar etme yolunda malzemelerini temin etmek için geldikleri bir dükkanı işleten iki çocuklu bir aile üzerine kurulmuş bir konusu  var. Ailelerine katılan yeni birey Alan ile işleri tıkırında giden bu ailenin ve dükkanın değişimini gözlemleyeceksiniz. 1 saat 25 dakikalık kısa bir film. İzlerken hem eğlenceli vakit geçirebilir, hem hayat hakkında çıkarımlar yapabilir, hem de bir insanı intihar aşamasına dek getiren olaylar silsilesinin neler olabileceğine uzunca kafa yorabilirsiniz. Adından da konusundan da anlaşılacağı üzere kesinlikle çocuklara hitap eden bir film değil, bazı sahnelerini hayretle izledim. İlla ki bir en'ler listesine dahil etmem gerekirse izlediğim en farklı animasyonlardan birisi olduğunu söyleyebilirim.
Girişinde çalan şarkı ile filmin karanlığı hoş bir tezat oluşturuyor. Müziklerini beğendiğimi söyleyebilirim. Buraya da fragmanını bırakıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=EiFOs4cihXg


23 Nisan 2016 Cumartesi

Balat'a Giriş

Bugün Haliç kıyısında uzanan, İstanbul'un türlü güzelliklerini, zıtlıklarını, yaşanmışlıklarını, hikayelerini bir arada bulunduran semtte, Balat'taydım. Balat, tıpkı Karaköy gibi ikilemlerle dolu bir yer. Bir tarafta, vintage dükkanlarda, renkli ve düşünülerek tasarlanmış cafelerde bohem takılan genç kesim var bir tarafta ise Balat'ın yerlileri. Kuzguncuk insanı kadar semtlerine düzenlenen gezilerden bıkmamışlar belli ki.
Balat İstanbul'un eski yerleşim yerlerinden biri. İspanya'dan gelen Yahudilerin yerleşmesi ile oluşmuş bir Yahudi mahallesi olması, sanırım farklı ibadet yerlerinin bu denli çok olmasını açıklıyor. Ben birçok açıdan Kuzguncuk'a benzettim Balat'ı, farklı kültürlere ev sahipliği yapmış olması da bu açılardan birisi.
Balat'ta evler hep üç dört katlı, ince uzun yapılı, cumbalı tarzda. Tek tip. Sahilde yürürken başınızı kaldırdığınızda heybetli yapısı ile Özel Fener Rum Lisesi ve Ortaokulu'nu görüp o tarafa doğru yol almanız yeterli. Ara sokaklara girdiğinizde sizi karşılayacak şey, Naftalin Eskici Dükkanı olacak. 


Dışarıdan görüntüsü çok tatlı, içerisi ise oldukça loş hatta karanlık. Bir vitrinde eski fotoğraf makineleri var. Eski bisikletler, dolaplar ve kapısının önünde dolanıp duran kedi ile eskilere ilgi duyanlar için keşfedilecek bir yer.
Devam ettiğimde hemen karşısında Naftalin Cafe'yi görüyorum. Cumartesi olduğu için tıklım tıklım insan kaynıyordu içerisi ve dışarısı. Ama yakın zamanda bu tatlı mekana içini ve yiyeceklerini fotoğraflamak ve izlenimlerimi aktarmak için uğrayacağım. Şimdilik yalnızca dışarıdan fotoğrafını aktarayım:

 Güzellikler yan yana sıralanmış adeta, biraz ileride Rag'n Roll Vintage dükkanı var. Dükkanın önünde duran beyaz bisikleti ile çekilmiş fotoğrafını mutlaka bir yerlerde görmüşsünüzdür. İkinci el eşyalar, elbiseler, çantalar var. Bunlar da iki ayrı açıdan çektiğim fotoğraflar:



Yokuş yukarı çıkmaya başladığınızda biraz sabrederseniz ve neredeyse 80 derece olan yokuşu tırmanırsanız bu güzellik ile karşılacaksınız. İhtişamı ve devasalığı beni resmen büyüledi. Her açıdan çekmeye çalıştım fakat gerçekten o kadar büyük ki, mutlaka bi kısmından fedakarlık etmem gerekiyordu. Evet, Özel Fener Rum Lisesi ve Ortaokulu'ndan bahsediyorum.


Bu lise Osmanlı döneminde en prestijli okul sayılıyormuş ve 1454 yılından beri de eğitim veriyormuş. Mimarisi özellikle ilgimi çekti ve araştırma gereği duydum. Kırmızı tuğlaları Marsilya'dan getirilmiş, Kuşbakışı görünüşü bir kartalı andıran bu okul, Kırmızı Mektep ya da Kırmızı Kale olarak da bilinmekte. Galata Kulesi'nin yerden yüksekliğinin 65 metre olduğunu belirterek, bu okulun yerden yüksekliğinin 40 metre olması da ne kadar heybetli olduğunu anlatmaya yetecektir sanıyorum. 
Okula doğru çıkan yokuşta bu eski binayı görmeniz mümkün. Bazılarının ilgisini bile çekmeden önünden  geçtikleri bu yapı kaç yıllık bilmem ama dedelerimizden çok şey gördüğü kesin.

Balat aynı zamanda renkli bir tarafı içinde barındırıyor.  Okulun heybetinden etkilenmiş bir halde sokaklarında yürürken pek bir şey çarpmayabilir gözünüze ama bazı detayları gerçekten güzel. Rengarenk boyanmış kapıların duvarına asıldığı sokak da bunlar arasında:


Bugün Balat'a kısıtlı bir süre ayırdığım için birçok kısmını gezemedim, bir kahvesini de içemedim. En kısa zamanda daha iç kısımlarını keşfetmek için yeniden uğrayacağımı ve ikinci bir yazı ekleyecek kadar malzeme toplayacağımı umuyorum. Şimdilik bu Balat'a giriş yazısı olsun. Siz de bu zıt kültürlerle, küçük eskici dükkanlarıyla ve güzel cafelerle dolu bu semti bir görün. 
Yazının şarkısı da bu olsun:
https://www.youtube.com/watch?v=COOwSt3XiOk